Abonelik Facebook sayfamız

Page
: 662
Article : 60
Size : 18 x 11,2 x 8 inch
ISBN : 1300-4174
Binding : Paperback
Lang. : Turkish
  
   


Küresel Boyut, Dış Ekonomik İlişkiler ve Ekonomik KrizDış Ekonomik İlişkiler ve Ekonomik KrizEkonomik Kriz ve Dış PolitikalarEkonomik Kriz ve IMFEkonomik Krizin Sektörel YansımalarıTurizmSanayiTarımEkonomik Krizin Sosyal BoyutuEkonomik Kriz ve Sosyal PolitikalarEkonomik Kriz ve YoksullukKriz ve TeoriEkonomik Krize Teorik YaklaşımlarTeorik Ekonomik AnalizlerMaliye Teorisi Üzerine Bir TartışmaÇeşitlemelerAraştırmalarİncelemeler



*Yüksek İstişare Heyeti: Halil İnalcık (Başkan) / Mark Almond / Mehmet Aydın / Sabahattin Balcı / Yakup Basmacı / Semavî Eyice / Ahmed Hatiboğlu / Darhan Kıdırali / Hayrettin Karaman / Kemal Karpat / Şerif Mardin / Jean Lois Mattei / Justin McCarthy / Rhoads Murphey / Kâmil V. Nerimanoğlu / Chester A. Newland / İlber Ortaylı / Sadettin Ökten / İskender Pala / Norman Stone

Yayın Kurulu: Kemal Çiçek (Başkan) / Bilgehan Atsız Gökdağ (Koordinatör) /Sacit Adalı / Şükrü Halûk Akalın / Şakir Akça / Aziz Akgül / Ahmet Akgündüz / Aygün Attar / Vedat Bilgin / Emin Çarıkçı / Abdurrahman Dilipak / D. Mehmet Doğan / Şenol Durgun / Gonca Bayraktar Durgun / Burhan Erdem / Tevfik Erdem / Güler Eren / Mehmet Seyfettin Erol / Bünyamin Erul / Hasan Tahsin Fendoğlu Gülay Göktürk / Hasan Ali Karasar / İsmail Köksal / Gülay Mirzaoğlu / C. Cem Oğuz / Fuat Oğuz / Tarık Oğuzlu / Nail Öztaş / Sami Selçuk Lütfi Şehsuvaroğlu / Adnan Şenel / Ömer Turan / Nur Vergin

Genel Yayın Yönetmeni: Hasan Celâl Güzel
Yazı İşleri Müdürü: Murat Tazegül
Dağıtım ve Abone Müdürü: Zülfikâr Mert
Satış ve Pazarlama: Murat Delibaş

Preface Table of Contents Sample Articles Reviews Media and Us

MÜZMİN KRİZLER TOPLUMUNUN EKONOMİ POLİTİĞİ

Mustafa Acar*
Yrd. Doç. Dr. Kırıkkale Üniversitesi İktisat Bölümü

GİRİŞ

Türkiye uzun yıllardır bir müzmin krizler toplumu olarak yaşamaktadır. Bu toplumun krize saplanmadan geçirdiği bir onyıl yakın tarihte hemen hemen hiç yoktur. Bitmek bilmez krizler sürecinde siyasal ve ekonomik faktörler el-ele vermekte, zaman zaman siyasi, zaman zaman ekonomik unsurlar ağır bassa da sonuçta içine girilen krizler Türk toplumuna ağır bir bedel çdetmektedir. Son yarım asırlık tarihimize göz atıldığında Türkiye’nin nasıl bir müzmin krizler ülkesi olduğu olgusu hemen dikkati çekmektedir. 1950’de girdiğimiz çok partili demokrasi süreci 3 kez doğrudan ve 1 kez dolaylı olmak üzere dört defa kesintiye uğramıştır. Askeri darbelere gerekçe oluşturan nedenler arasında bulunan anarşi ve terör, siyasetin tıkanması vb. sorunlar başlı başına siyasi krizlerdir. İktisadi krizler de siyasi yoldaşından geri kalmamakta, tekrar sıklığı açısından onu da geride bırakmaktadır.

İktisadi krizlerimize çıkış yolu bulabilmek amacıyla 1958 yılından bu yana IMF ile tam yirmi kez anlaşma yapılmış olması bu tekrarın sıklık derecesi konusunda yeterince fikir vermektedir. Yirmi yılı aşkın bir süredir %50 ile %100 arasında seyreden kronik enflasyon sorununu yenememiş Türkiye’den başka ülke yoktur. 1980 yılında başlatılan 24 Ocak sürecine ekonominin tıkanmış olması karşısında bir çıkış yolu bulabilmek için girilmişti. 1990’a kadar süren bir göreli istikrar döneminden sonra krizler yeniden birbiri ardına kapımızı çalmaya başladı. Aradaki ufak tefek krizleri atlarsak o tarihten bu yana biri Nisan 1994, biri Kasım 2000, biri de Şubat 2001’de olmak üzere 3 büyük krize saplanmış durumdayız. Son iki krizin sancıları toplumun bütün kesimlerince değişik boyutlarıyla halen hissedilmektedir.

Yakın tarihte ard arda yaşadığımız iktisadi ve siyasi krizlerin kazandırdığı deneyim ışığında Türk toplumu olarak, eskilerin deyimiyle “külahı önümüze koyup derin derin düşünmek” zamanı gelmiştir. Türk toplumu krizden ders almak için yeterince ağır bedeller ödemiştir ve ödemeye devam etmektedir. Esaslı bir kriz çözümlemesi yapmak, krizlerin nedenleri üzerinde düşünmek ve kalıcı çözümler üretmeye yönelik olarak yeniden yapılanmaya gitmek kaçınılmazdır. Bu yapılmadığı takdirde daha büyük bedeller ödememiz, azgelişmişlik çemberine hapsolmamız ve dünyada yalnızlığa itilmemiz kaçınılmazdır. Bu çerçevede bu yazı akademik bir kaygı gözetmeden yapılan bir kriz çözümlemesi denemesidir. İzleyen bölümde krizlerin kamusal ve bireysel nedenlerine değinilmiş, daha sonraki bölümde ise müzmin krizlerden çıkış için çözüm önerileri üzerinde durulmuştur.

KRİZLERİN NEDENLERİ

Toplumsal krizlerimizin temel nedenleri kamusal ve bireysel olmak üzere iki genel başlık altında toplanabilir. Esasen kamusal olanla bireysel olanı birbirinden tamamen bağımsız düşünmek mümkün olmamakla birlikte çözümleme kolaylığı açısından böyle bir yola başvurmanın fazla bir sakıncası yoktur. Aşağıda önce kamusal, ardından da bireysel nedenlere değinilmiştir.

1. Kamusal Nedenler

a. Sürdürülemez Borç Dinamiği

Kamu kesiminin kronik, kendisine bağlı olarak bir dizi başka sorunu da beraberinde getiren müzmin sorunlarının başında sürdürülemez iç ve dış borç dinamiği gelmektedir. Kamu kesimi borçlanma gereği (PSBR) istisnai dönemlerde %5-6 düzeyine çekilebilmiş olsa da genel olarak %10’un üzerinde seyretmektedir. PSBR devletin gelirleri ile giderleri arasındaki dengesizlikten kaynaklanmakta olup bu oranın yüksekliği kamu kesiminin az üretip çok tükettiği, dolayısıyla borçlanmadan varlığını sürdüremediğine işaret etmektedir. Aşırı borçlanma gereği bir yandan faizleri yükseltmekte ve yatırımları caydırmakta, aynı zamanda da özel sektöre yatırım yapacak kaynak bırakmamaktadır. 1991 yılından itibaren daha belirgin hale gelmiş olan borca yönelme, eski borçların yeni borçlarla kapatılması süreci hem üretimi yavaşlatıcı etkisiyle ekonomiye darbe vurmuş, hem yüksek faiz-yüksek enflasyon-yüksek kur kısır döngüsüne yolaçmış, hem de gerek iç, gerekse dış borçları altından kalkılamaz düzeylere yükseltmiştir. 2001 yılı sonları itibariyle kamunun borç yükü 60 milyar doları dış, 110 milyar doları iç borç olmak üzere 170 milyar dolar civarındadır.

b. Cesameti Büyük, Verimsiz Kamu Varlığı

Cumhuriyet tarihi boyunca izlenen politikaların bir sonucu olarak, cesameti büyük ama verimsiz bir kamu sektörü ortaya çıkmıştır. Tüm dünya ekonomilerinin bunalıma girdiği 1920’lerin sonlarında ve 1930’lu yıllarda devletin KİT’ler aracılığıyla üretim, dağıtım ve finans alanına girmesi şeklinde tezahür eden devletçi politikaların bir ölçüde anlaşılması mümkündür. Ancak stagflasyon (durgunluk içinde enflasyon) sorunun ekonomilerin başına bela olduğu, kamu kesimini aşırı mali külfete sokan refah devleti anlayışının yeniden gözden geçirildiği, özelleştirme uygulamalarının her yerde revaç bulduğu 1980’lerin, 1990’ların dünyasında hala devletçi politkalarda ısrar etmenin ekonomik rasyonellikle izahı mümkün değildir. Devleti küçültme, piyasa ekonomisine geçme ve özelleştirme gibi hedefler genelde söylem düzeyinde kalmış, pratikte bu alanlarda çok az ilerleme sağlanabilmiştir.

Devlet yine KİT’lerle ayakkabıdan çimentoya bir yığın alanda üretimde varolmuş, kamu bankaları aracılığıyla ekonomideki finansal kaynakların büyük çoğunluğunu kontrol etmeye devam etmiştir. Türkiye 1980’lerin başı gibi görece erken sayılabilecek bir dönemde özelleştirme sürecine girdiği halde, başta Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere, Türkiye’den bir on yıl kadar sonra bu sürece giren ülkelerin çok gerisinde kalmıştır. Basına yansıyan bilgilerden bu güne değin özelleştirmeden elde edilen gelirin neredeyse özelleştirme idaresinin masraflarını ancak karşılayabildiği, dolayısıyla açıkların kapatılması bağlamında kamunun yarasına merhem olacak bir kaynak yaratılamadığı anlaşılmaktadır. 2001 yılının sonlarında hala bazı kurumların özelleştirilip özelleştirilmemesi, yönetimlerinin profesyonel kadrolara bırakılıp bırakılmaması gerektiği konusunda tartışmalar yapılmaktadır. Kısa sürede tamamlansa kayda değer bir gelir yaratma, daha da önemlisi kamuyu kamburlarından kurtarma imkanı sağlayabilecek bir süreç sürüncemede bırakılmak suretiyle bizzat kendisi bir sorun haline dönüşmüş, zaman, enerji ve kaynak israfı olarak topluma ağır bir bedel ödetir hale gelmiştir. Kamu hala işçi ve memur statüsüyle milyonlarca kişi için bir istihdam kaynağı olmaya devam etmektedir. Bir çok kurum ve kuruluş fiilen hiç bir şey üretmediği halde ücret ve maaş alan elemanlarla doludur.

c. Yatırımları Cazip Olmaktan Çıkaran Finansal ve Bürokratik Sorunlar

Yukarıda kısmen değinildiği gibi kamunun yüksek borçlanma ihtiyacı piyasa faiz oranlarını yukarı çektiğinden yatırımları caydırıcı bir rol oynamaktadır. Hazine devlet garantisiyle ve yüksek faizlerle borçlanırken kimsenin aklından yatırım geçmemekte, herkes elindeki kaynağı Hazineye borç vermek şeklinde değerlendirmek istemeketedir. Nitekim büyük finasman ve sanayi kuruluşlarımızın bilançolarına yansıyan karlarınının %80’in üzerinde bir kısmının “faaliyet dışı gelirler”den oluşması bu gerçeğe işaret etmektedir. Yüksek faizler yatırım maliyetlerini artırdığı için yatırımları caydırmakta, bir yandan da fiilen özel sektör tarafından kullanılabilecek kaynak kalmamaktadır. Bunlara ilaveten yatırımları caydıran bir başka etken de şirket kurma aşamasında başlayıp piyasaya mal arzetme aşamasına kadar devam eden bürokratik engellerdir. Amerika’da bu amaçla hazırlanmış bir formun doldurulup ilgili merciye gönderilmesinden ibaret olan şirket kurma formalitesi Türkiye’de, bir seri kurumdan izin alınmasını, bir yığın formun çeşitli yerlere imzalatılmasını, adam bulunamazsa uzun süre beklenmesini gerektiren uzun ve zahmetli bir süreçtir. Buna bir de tutturulamayan döviz kuru hedefleri, sürdürülemeyen istikrar politikaları, düşürülemeyen enflasyon gibi sorunların beraberinde getirdiği belirsizlik ve yüksek risk de eklenince yatırım yapmak kolay kolay kimsenin cesaret edmeyeceği bir külfete dönüşmektedir. Tüm bunlara sermayenin renklere ayrılması biçiminde tezahür eden ayrımcı politikalar ile, yabancı sermayenin istediği hukuki güvence konusundaki isteksizlik de eklenince arzu edilen yabancı doğrudan yatırımlar çekilememekte, büyük ölçüde yurtdışındaki işçi tasarruflarına dayalı yerli girişimleri yurtiçindeki yatırımlarını askıya alıp yurtdışında yatırım yapmaya yöneltmektedir. Sonuçta kaybeden, düşük sermaye, düşük yatırım, düşük verim ve düşük üretim şeklinde ağır bir bedel ödeyen Türkiye’dir.

d. Üretim-Tüketim Dengesizliği

Yukarıda kamu açıklarının baş nedenlerinden bir olarak üretim-tüketim dengesizliğine değinilmişti. Ancak, haksızlık etmeyelim, bu konudaki dengesizlik sadece kamu kesimi için sözkonusu değildir. Ürettiği ile tükettiği arasında denge kuramama, ürettiğinden daha fazla tüketme, ya da tüketmek istediği kadar üretememe zaafı genelde Türk toplumunun hemen her kesimine sinmiş bir zaafiyettir. Kamu kesiminde fiilen bir şey üretmediği halde devletten ücret veya maaş alan işçi ve memurları bir kenara bırakıp, esnaf, çiftçi ve sanayici kesime bakıldığında karşılaşılan manzara da bundan çok farklı değildir. Esnaf %100’ün üzerinde faizlerle pyasadan borçlanılan kaynakları Halk Bankasından %50 dolayında bir faizle borçlanma, yani devletin kendisini yarı yarıya finanse etmesi dinamiğinin sürmesini istemekte, çiftçi piyasanın kaldıramayacağı, dünyaya satamayacağımız ürünleri yüksek destekleme fiyatlarıyla devlete satma geleneğinin sürmesini arzu etmektedir. İhracatçılarımızın bir kısmının naylon faturalarla yine devletten haksız vergi iadeleri aldıkları son aylarda basına yansıyan operasyonlardan anlaşılmaktadır. Sanayicimizin önde gelenlerinin pek çoğu onlarca yıldır yüksek gümrük duvarlarının ardında dış rekabete kapalı bir piyasada teşvik kredileriyle, yüksek kar marjlarıyla çalışmalarına imkan tanınmış olduğu halde kendi markası veya teknolojisiyle dünyaya mal satanı hemen hemen yok gibidir. Başta otomotiv ve beyaz eşya olmak üzere kilit sektörlerimiz önemli ölçüde rekabete kapalıdır.

e. Değişime Direniş

Esasen Türkiye’nin uygulayageldiği siyasi ve iktisadi politikaların dünyayı takip etmekte zorlandığı, verimsizliği teşvik ettiği, büyük kamu açıklarına yolaçtığı ve sürdürülemez bir nitelik arzettiği epey bir süre önce anlaşılmıştı. Sistemin önünü açmak, sistemi tıkanmaya iten nedenleri ortadan kaldırmak gerekiyordu. 24 Ocak İstikrar Paketiyle amaçlanan şey, en azından iktisadi açıdan böyle bir açılımı gerçekleştirmekti. İthal ikameci politikalardan ihracatı teşvik politikalarına geçilmesi, ithalatın serbestleştirilmesi, serbest kambiyo rejimine geçilmesi, devletin üretim alanından çekilerek etkinleştirilmesi ve piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması bu açılım isteğinin bir yansımasıydı. Oysa aradan geçen sürede bürokratik yapının ve iş dünyasının bu değişime hazır ve istekli olmadığı ortaya çıktı. Başta özelleştirme olmak üzere düşünülen açılım denemeleri müthiş bir dirençle karşılaştı. Yerli sanayinin çökme tehlikesi ve ulusal güvenlik gibi çeşitli gerekçelerle devlette ve iktisadi yapıda esaslı bir yeniden yapılandırmaya gitme denemeleri hep akamete uğradı. Özelde kamu ihalelerinin, genelde kamunun şeffaflaştırılması, tekelleşmenin kırılması, kilit sektörleri verimsizliğe iten, dünyadan koparan, rant-kollama faaliyetlerine geçit veren korumaların kaldırılması, kamu maliyesinin kaldıramayacağı yükler getiren teşvik ve destek politikalarına son verilmesi bir türlü mümkün olmadı. Piyasa ekonomisinin ve liberal iktisat politikalarının bol bol sözü edildi, ancak ekonomiyi gerçekten rekabete açacak adımlar ya atılmadı, ya çok kısır kaldı. İstanbul kökenli olmayan sermayenin gelişmesine, belirli şirketlerin tekelinde olan sektörlere girmesine, özel sektötün eğitim alanında yapmak istediği yatırımlara hep kuşkuyla bakıldı. Kabaran kamu borçları yüksek enflasyon politikalarının sağladığı enflasyon vergisiyle dengelenmeye çalışıldı.

2. Bireysel Nedenler

Anadolu’nun yetiştirdiği büyük mistik şair Yunus Emre’ye atfedilen bir söz vardır: “Olmayalım keser gibi hep bana, hep bana; Olalım testere gibi hem sana, hem bana.” Bu özlü sözün ima ettiği gerçeklerden biri de, eleştirileri hep başkasına yöneltmek yerine, insaflı davranıp kendi hatamızı da teslim etmek gerektiğidir. Bu çerçevede Türkiye’de yapılan yanlışların, ortaya çıkan kötü sonuçları sorumluluğunu sadece siyasetçilerin ve kamu bürokrasisinin üzerine atmak insaf ölçüleriyle bağdaşmaz. İlk bakışta uygulanan yanlış politkaların aktörü durumunda olmayan sokaktaki vatandaşın, içine düşülen durumda dolaylı, ama önemli bir sorumluluğu vardır. İnsanımızda bireysel düzeyde kendini açığa vuran yaygın bazı davranış zaafiyetleri birikerek toplumsal sorunlara kapı aralamakta, onları beslemekte ve katlanarak devam etmesini sağlamaktadır.

Bu zaafiyetlerin başında üretmeden, bedelini ödemeden tüketme ve işin hilesine kaçma zaafiyeti gelmektedir. Gerek tarım, gerek sanayi, gerekse hizmetler sektörlerinde dış ülkelerle, özellikle kendileriyle bütünleşmek istediğimiz Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında verimlilik oldukça düşük düzeylerde kalmaktadır. Çiftçimiz dünyaya satamayacağımız malı yüksek fiyatlarla devlete satıp durumu idare etmek derdindedir. Esnaf ve sanayicimiz ucuz kredi, teşvik ve koruma istemektedir. Ekonomimizin neredeyse yarısının kayıtdışı olduğu tahmin edilmektedir. Vergi dışı yaşayan kesim azımsanamayacak bir yekün oluşturmaktadır. Tahakkuk etmiş vergilerin tahsilinde yığınla zorlukla karşılaşılmaktadır. Esnaftan istenmeden fiş vereni neredeyse parmakla sayılacak kadar azdır. Ödenecek vergi tutarını çoğu kez yapılan iktisadi faaliyetin hacminden ziyade muhasebecilerle yapılan öngörüşmeler belirlemektedir. İşin hilesine kaçma olgusu yalnızca vergi ödeme konusuyla sınırlı kalmamakta, pazarda iyi malların tezgahın önüne sıralanıp, müşteriye kendi önündeki düşük kalite malların verilmesinden, jetonu ince bir iplikle ankesöre sarkıtarak bedava konuşma denemelerine, kaçak elektrik kullanımına, durumu kötü olmadığı halde bir yolunu bulup hastanelerde ücretsiz muayene imkanı sağlayan yeşil kart çıkarılmasına, bir sürü gayrimenkulü olduğu halde 65 yaş maaşına müracaat etmeye kadar uzanmaktadır. Teorik olarak yolsuzlukları eleştiren insanların çoğunun iş kendi meselesini halletmeye gelince aynı yolsuzluklara başvurmaktan çekinmediği gözlenmektedir.

Bir başka zaafiyet, “devlete sırtını daya, gerisine karışma” ya da “devlette adamın olsun, gerisi kolay” şeklinde ifadesini bulan anlayıştır. Kamuda işe girme rahat geçinmenin bir yolu olarak algılanmakta, işin ehli olup olmadığı bir kenara bırakılarak bir adamını bulup bir işe yerleşme çabasına girişilmektedir. Bu durumun siyasetçi, bürokrat ve vatandaş arasında bir menfaat ilişkisinin doğmasına yolaçması, dolayısıyla rüşvet vb. hastalıklara kapı aralaması gayet normaldir. Devlet bir istihdam kapısı olarak kullanılınca da ihtiyacın çok üzerinde, fiilen üretime katkısı sıfır, ama aylık alan bir zümrenin doğması kaçınılmaz olmaktadır.

Yine bir diğer zaafiyet kural tanımazlık zaafiyetidir. En canlı örneklerine trafikte rastladığımız bu zaafiyet de birike birike son tahlilde toplumsal düzeyde yasa ve yönetmeliklere uyulmaması, yasaların keyfi olarak uygulanması ve hukuk devleti ilkesinin zedelenmesine yolaçmaktadır. Trafikteki kural tanımaz davranışın örnekleri bu yazının hacmine sığmayacak kadar fazladır. Kırmızı ışıkta geçmekten yollara çer çöp atmaya, hız limitini aşmaktan en olmayacak yerlerde araç sollamaya, hatta kurallara uyanları da azarlamaya varan zengin bir spektrum çizmektedir. Vatandaş çoğu kez kuyruktaki sırasına razı olmamakta, ya içerden birini ayarlamak, ya öndeki birine kaynak yapmak, ya da çaktırmadan sollamak suretiyle öne geçme arayışına girmektedir.

Nihayet bir başka zaafiyetimiz de sorunlarımıza konuşma ve diyalog yerine kavgayla çözüm arama şeklinde tezahür etmektedir. Sakin sakin oturup konuşmak, medeni bir şekilde tartışmak yerine hemen duygusal ve fevri tepkiler gösterilmeye, en ufak bir kıvılcımda bilek gücüne, yumruğa, gerekirse tabancaya müracaat edilmektedir. Karşıdaki insanın haklı olabileceği düşünülmemekte, haklı olduğu sezilse bile altta kalmama uğruna kabadayılık gösterisine girişilmektedir. Bu bireysel zaafiyetlerin kamusal düzeyde ne tür sorunlara geçit vereceği okuyucunun idrakine bırakılmıştır.

KRİZLERİ AŞMANIN OLMAZSA OLMAZ ŞARTLARI

Krizleri aşmanın en önemli adımı devleti küçültmek ve hizmetkar devlet anlayışıyla yeniden yapılandırmaktır. Bu konuda herhangi bir komplekse kapılmadan devleti küçültme projesi hayata geçirilmeli, gerekli siyasi ve iktisadi açılımlar geciktirilmeden yapılmalıdır. Bu çerçevede 20 yıla yakın bir süredir sürüncemede kalmış olan özelleştirme derhal tamamlanmalı, “devletin malı peşkeş çekiliyor” gibi büyülü, ama içi boş argümanlara aldanmadan kamunun sırtındaki yükler atılmalıdır. Özelleştirme zamanında ve hızla yapılmış olsa çok daha yüksek bedellerle satılabilecek kuruluşlar, bu sürecin uzaması nedeniyle yeterince değerlendirilememiştir. Çözüm beklemede değildir. Geçen zamanın fayda-maliyet dengesini fayda aleyhine bozduğu yeterince ortadadır. Kaldı ki sorun yalnızca kamuya özelleştirme yoluyla kaynak sağlama sorunu değildir. Bundan daha önemlisi sırtından birtakım kamburların atılması suretiyle devletin etkinleştirilmesi sorunudur.

Bazı kimselerce sanıldığının veya iddia edildiğinin aksine küçük devlet güçsüz devlet demek değildir. Herşeyi kendisi yapmak isteyen devlet hiçbirşeyi doğru dürüst yapamayan, her şeyi kontrol etmek isterken hiç bir şeyi doğru dürüst kontrol edemeyen devlet durumuna düşmektedir. As sayıda alanla uğraşmak devleti daha hızlı, daha kaliteli hizmet üreten, daha halkıyla bütünleşmiş bir kuruma dönüştürecektir.

Bu çerçevede devlet üretim alanından tamamen çekilmeli, yalnızca piyasanın üretmekte başarısız kalacağı alanlarda hizmet vermelidir. İktisat teorisi kamu malı adı verilen kimi alanlarda piyasa başarısızlığını kabul etmektedir. Piyasanın başarıyla üretemeyeceği kamu mallarının üç önemli özelliği vardır. Bölünemezlik (kişilere özel paketler halinde sunamamak, birinin tüketiminin diğerinin tüketimini azaltmaması), dışlanamazlık (birinin tüketiminin başkasının tüketmesine engel olmaması, hizmetin üretilmesi halinde herkesin eşit şekilde tüketebilme olanağına sahip olması, ve bedavacılığa imkan vermesi (hizmet üretilince bedelini ödemeyenlerin de bundan yararlanabilecek durumda olması). Üretimi piyasaya bırakılmaması gereken bu malların sayısı fazla değildir. En önemli üçü dış güvenlik (milli savunma), iç güvenlik (asayiş) ve adalet hizmetleridir. Eğitim ve sağlık, esasen özel sektörün daha kaliteli üretebileceği, ancak sosyal nedenlerle (gelir düzeyi düşük toplum kesimlerine de hizmetin ulaştırılması bağlamında) kamunun kısmen rol almasında yarar olabilecek alanlardır. Bunlar dışında kalan alanların özel sektöre bırakılması hem daha dinamik bir ekonomik yapının ortaya çıkmasını sağlayacak, hem de devletin sırtındaki yükü hafifleteceği için kendi asli fonksiyonlarını daha güzel yerine getirmesine imkan verecektir.

Dinamik bir iktisadi yapı, gelişmiş bir özel sektörün varlığı daha çok üretim, daha kaliteli, daha çeşitli, daha ucuz mal demektir. Üretimin artması geliri, gelirin artması da vergi tabanının genişlemesi demektir. Bu durum doğal olarak çok sıkıntısı çekilen kamu gelir gider dengesinin kurulmasına da yardımcı olacaktır. Kısaca her alanda at koşturan, her faaliyeti sıkı bir kontrol ve gözetim altında tutan, her yeniliğe kuşkuyla bakan bir devlet anlayışından, sınırlı, belirli alanlarda hizmet veren, rekabetin kurallarını koyup bu kurallara uyulup uyulmadığını denetleyen hizmetkar devlet anlayışı çerçevesinde yeni bir yapılanmaya gitmek müzmin krizlerin cenderesinden kurtulmak için kaçınılmazdır.

Böylesi bir yeniden yapılanma için gerek iktisadi, gerek siyasi alanda atılması gereken birtakım adımlar vardır. Sistemin önünü açmaya yönelik siyasi açılımlar arasında seçim ve partiler yasasının değiştirilmesi, iktidarların serbest seçimlerle belirlenmesinin garantiye alınması, iktidarların keyfi uygulamalarının anayasayla sınırlandırılması, toplumun tümünü etkileyecek hayati kararlarda referandum mekanizmasının işletilmesi, sivil toplum örgütlerine daha fazla inisiyatif tanınması sayılabilir. Bu alanlarda birtakım değişiklikler öngören AB üyeliği sürecinin hızlandırılması büyük önem taşımaktadır. Gelişmiş dünya ile uyum sağlamamızı mümkün kılacak, siyasi ve ekonomik standartları yükseltmeye yönelik adımlar geciktirilmeden atılmalıdır. Katılım Ortaklığı Belgesine cevap niteliğindeki Ulusal Programın, kesin takvime bağlı değişim planı olmaktan ziyade bir dilek ve temenniler paketi şeklinde tezahür eden dili, Kopenhag kriterlerine uyum konusunda kamu bürokrasisinin ciddi çekinceleri olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konudaki pürüzlerin süratle giderilmesinde yarar bulunmaktadır.

Teorik olarak birtakım değişiklikler yapmak yararlı, ancak tek başına yeterli değildir. Uygulama kağıt üzerinde değişiklik yapmaktan çok daha önemlidir. Politika değişikliklerinin gözle görülür, kalıcı sonuçlara dönüştürülebilmesi için de halkın katılımının sağlanması şarttır.

Bu çerçevede istikrar programlarını başarısızlığa mahkum eden güven bunalımının aşılması hayati önem taşımaktadır. Devletin toplumla barıştırılması, bu amaçla sistemin güven esasına dayalı hale getirilmesi, insanların kendilerini daha rahat ve mutlu hissettikleri birtakım dini-kültürel-geleneksel tercihleriyle başbaşa bırakılması toplumsal barış, huzur ve bütünlüğün sağlanmasına da çok ciddi bir katkıda bulunacaktır.

Kamu maliyesine çeki düzen verilmesi çerçevesinde kamu borçlanma gereğinin düşürülmesi elzemdir. Bu amaçla atılması gereken adımlar arasında vergi sisteminin yeniden düzenlenerek sadeleştirilip basitleştirilmesi, vergi oranlarının düşürülerek vatandaşın daha gönüllü vergi ödeyebileceği düzeylere çekilmesi, bu arada vergi gelirlerinin her kuruşunun nereye harcandığı konusunda isteyen herkese hesap vermeye hazır, şeffaf bir yapılanmaya gidilmesi sayılabilir. Savunma harcamaları dahil kamu harcamalarında kısıntıya gidilmeli, israf ve savurganlık önlenmelidir. Savunma harcamalarında bir kesintiye imkan vermesi muhtemel adımlar olarak komşularımızla daha olumlu diplomatik-siyasi ilişkiler kurulması ve başta sınır ticaretine izin verilmesi olmak üzere bu ülkelerle daha çok ticaret yapılması yönünde girişimler yapılmalıdır. Yine harcamaların kısılmasıyla ilgili olarak, memur alımları (özel uzmanlık gerektiren alanlarda istihdam edilmesi gereken elemanlar gibi) istisnalar dışında durdurulmalı, emekliliği gelenler emekliye sevkedilmeli, maliyeti faydasından yüksek kadrolar iptal edilmeli, işlevini tamamlamış kurumlar lağvedilmeli, araç fazlası elden çıkarılmalı, lojmanlar ve Hazine arazilerinin daha ekonomik olarak değerlendirilmesi yoluna gidilmelidir.

Kamu borçlanma gereğinin düşürülmesi hem özel sektöre yatırım yapmak için daha fazla kaynak bırakacak, hem faiz oranları, ona bağlı olarak kurlar üzerindeki baskıyı hafifletecektir. Yabancı sermayenin daha yararlı ve daha güvenilir olanı doğrudan yatırımlardır. Ekonominin üretim kapasitesini artıracak olan bu tür yatırımlar yerli kaynakların yetişmediği yerde başvurulması gereken işe yarar bir araçtır. Türk ekonomisinin yıllardır süren yüksek enflasyon, istikrarsızlık, buna bağlı belirsizlik ve bürokratik engeller gibi nedenlerle doğrudan yabancı sermaye çekmekte zorlandığı bilinmektedir. Bu konuda hukuksal güvence başta olmak üzere, bürokratik engeller, karmaşık mevzuat vb. gibi yabancı sermayenin doğrudan yatırım şeklinde ülkeye gelmesini caydıran sorunlar giderilmelidir. Bundan daha sağlam bir kaynak konumundaki yurtdışındaki işçilerin tasarruflarının ülkemizde yatırıma dönüşmesi teşvik edilmelidir.

Üretkenliğin artırılmasında ve iktisadi kalkınmanın sağlanmasında insan kaynaklarının daha iyi değerlendirilmesinin önemi ne kadar vurgulansa azdır. Bu konuda kamunun hem nicel, hem de nitel açıdan oldukça zorlandığı gerek dersane sektörünün yaygınlığından, gerekse okul ve öğretmen açığına ilişkin verilen rakamlardan anlaşılmaktadır. Bu bağlamda özel sektörün eğitim alanında daha fazla yatırım yapmasına izin verilmeli, eğitim yatırımları teşvik edilmeli, böylece kamunun karşılamakta zorlandığı bu hizmet alanının yeni bir dinamizm kazanması sağlanmalıdır.

Mutlaka el atılması gereken alanlardan biri de tarımdır. Kamu bankalarını görev zararı adıyla iflasa götüren sürdürülemez tarımsal destek politikaları nihayet Dünya Bankasının zorlamasıyla yeniden düzenlenme aşamasındadır. 2001 yılından itibaren doğrudan destek uygulamasına geçilmesi bu doğrultuda atılan olumlu bir adımdır. Ancak sorun bununla bitmemektedir. Türkiye tarımla uğraşan nüfusu en yüksek ülkelerden biridir. Halen nüfusumuzun %40’tan fazlası tarımla uğraşmakta, toplam sivil istihdam içinde tarımın payı %50’yi aşmaktadır. Oysa ABD ve üyesi olmak istediğimiz AB’de bu oranlar %2-4 arasındadır. Tarım arazilerimizin ezici bir çoğunluğu ekonomik olarak verimli tarım yapılabilir ölçeğin çok altında, bölük pörçük durumdadır. Miras hukukunda ve tarımsal destek programlarında yapılacak bir dizi değişiklikle arazilerin parçalanması engellenmeli, verimli ölçeğin altındaki arazilerin uygun yöntemler kullanılarak ve geçiş süreleri tanınarak toplulaştırılması yoluna gidilmeli, tarımsal nüfus orta vadede %10’ların altına çekilmelidir. Ortaya çıkacak fazla nüfus şehirlere yönlendirilmeli, özel sektörün önündeki yatırım engellerini kaldırmak suretiyle kent merkezlerinin nüfus emme potansiyeli artırılmalıdır.

Bütün bu söylediklerimizi bütünleyecek son argüman piyasa ekonomisinin gerçekten uygulanmasını sağlamak olabilir. Gerçekten sözcüğünü özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyorum, zira basında sık sık piyasa ekonomisine haksız bir biçimde veryansın eden değerlendirmelere rastlanmaktadır. Yapılan değerlendirmelerde sanki piyasa ekonomisi varmış da bugünkü sorunlar oradan kaynaklanıyormuş gibi bir hava verilmektedir. Oysa bu durum gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçekte, yukarıda da belirtildiği gibi, piyasa ekonomisinin adı var, ama kendisi yoktur. Devletin üretim ve finans piyasalarına tümüyle egemen olduğu, pek çok sektörün tekel olarak muhafaza edildiği, serbest ticaretin önünde türlü engellerin bulunduğu, kilit sektörlerin rekabete açılmadığı, kararların piyasaya değil birtakım planlama komitelerine veya oligopol konumundaki belirli şirketlere bırakıldığı bir ortamda piyasa ekonomisinin varlığından sözedilemez. Ancak baştan beri belirtilen değişikliklerin yapılması halinde piyasa ekonomisi doğabilir. Dolayısıyla bugünkü sorunların kabahati, gerçekte olmayan piyasa ekonomisinde değil, piyasa ekonomisine geçit vermek istemeyen, rekabete kapalı tekelci yapı ve korumacı politikalarda aranmalıdır.



About Us | Project Turk
ottoman-history | Other Publications | Symposium
Contact Us | Search | Links

Copyright © 2013 Yeni Turkiye