Türkler, dünya tarihin en eski ve en köklü milletlerinden birisidir. Bilinen tarihin hemen her devresinde Türkler var olmuşlardır. Türklerin Orta Asya'da başlayan tarihi serüvenleri, benimsedikleri kültür ve hayat tarzı sebebiyle anayurt olarak nitelendirdikleri bu bölgenin dışına taşmış, beş kıtada önemli izler bırakmıştır. Bugün Asya, Avrupa, Afrika, Amerika ve Okyanusya'da Türkler yaşamaktadır. Türk devletlerinin sayısı 1991 yılında bağımsızlığını kazananlarla birlikte yediye ulaşmış bulunmaktadır. Ne yazık ki, Türklerin bu özelliği ve dünya tarih sahnesindeki önemleri Türk ve dünya kamuoyuna yeterince anlatılabilmiş değildir. Türkler binlerce yıldır Asya, Avrupa ve Afrika'da hüküm sürmüşler ve bu üç eski kıtanın tarihinde ya baş rolü oynamışlar, ya da tarih onların üzerine kurulmuştur. Bu nedenle, Türklere tarih yapan milletler arasında ön sıraları vermek haksız sayılmaz. Ama aynı şeyi tarih yazmak konusunda söylemek mümkün değildir. Türkler, baş aktörleri oldukları tarihi yazmada bile istekli olmamışlardır. Belki de sözlü tarih onlar için hep öncelikli olmuştur. Tarihleri ile övünmüşler, başlarından geçenleri anlatmışlar, ama yazmamışlardır. Yazmak, hiç bir zaman anlatmak kadar önemli olmamıştır. Demek ki, başlarından geçenleri yazarak gelecek nesillere anlatmak, Türk bozkır geleneğinin şekillendirdiği dünya için zor bir tarzdı. Maceralarını destanlaştırmak ise Türkler arasında tercihe şayandı. Belki de bu yüzden destanımız çok, tarih kitabımız azdır. Bununla birlikte destanların muhtelif Türk boyları arasında ortak olması da, destanların bir başka önemli yanı ve özelliği idi. Eski çağlarda "yazı" kültür unsuru, "destan" ise medeniyet unsuru idi. Oğuzname her Türk boyunda biliniyor ve söyleniyordu. Türklere göre tarih yazılmaz, söylenirdi. Tarih bilmek, anlatmak demekti. Ebülgazi Bahadır Han eserine "kitabı söylemeye başladık. Ve bu kitaba Şecere-i Terakime diye ad koyduk" diye başlıyordu. Zeki Velidi Togan ise Tarihte Usul adlı eserinde bu anlayışı, "bazı kavimler kendi mazilerini münhasıran hikayeler, masallar ve destanlar şeklinde hatırlamaktan hoşlanırlar" şeklinde değerlendirerek bunun bir tercih meselesi olduğunu belirtiyordu. Eski Türkler, tıpkı İranlılar ve Hintliler gibi destanları seviyordu. Bu yüzden destanları tarihi bir kaynak olarak değersiz gören veya yok farz ederek tarih yazma eğiliminin yanlışlığı üzerine de bir kaç söz söylemek doğru olur kanısındayız. Barılı bazı tarihçiler destanları tarih kaynağı olarak nitelendirmedikleri için Türk tarihinin ilk devirlerini yokmuş veya bir kara delikmiş gibi görme eğilimindedirler. Ama ifade etmeliyiz ki, "tarih yazmayanların tarihleri de olmaz" demek de bilimsel değildir. Destanlar, elbette zamanla gerçeklerden uzaklaşabilir ama bir çok önemli hakikati de barındırırlar. Göktürkler öncesinde Türk tarihini "Şu destanı", "Hanname", "Alper Tonga destanı" ve "Oğuzname"siz düşünmek imkansızdır. Bu destanlar eski Türk tarihinin pek çok bilinmeyen olayını diğer kaynakların da yardımıyla açıklığa kavuşturmuşlardır. Öte yandan, yazılmayan veya destanlarla sınırlı kalan tarihin, zamanla unutulmaya, yanlışlarla dolmaya ve söylene söylene gerçeklerden uzaklaşmaya mahkum olduğunu da vurgulamalıyız. Şecere-i Terakime'nin yazarı Ebülgazi Bahadır Han, bu durumu, "Oğuzname çoktur, ama hiç iyisi yok, hepsi yanlış ve birbirini tutmuyor, her birisi bir türlü ve doğru itibar kılınacak tarih olsaydı iyi olurdu" diyen Türkmenlere hak vererek ifade etmiştir. Türkler başka tarihi eser ve belgeler de bırakmışlardır. Zeki Velidi Togan, Türklerin tarihinin önemli bir devresinin yarı destan veya kronikler şeklinde kaydedildiğini ifade etmektedir. Ona göre Türk kavimleri, vakıaları 'mücel' dediğimiz oniki senelik takvim esasında koyun yılında, yahut tavşan yılında filan hadise oldu demek kabilinden kısa ve muciz kronikler şeklinde kaydetmişlerdir". Orhun Yazıtları ve Tonyukuk Kitabesi bu türden eserlere en iyi örneklerdir. Bu tarz kronik yazma geleneği Osmanlıların ilk dönemlerine kadar yaşamıştır. Ancak bu tür eserlerin sayıca yetersiz olması, Türkleri tarihlerinin yazımında Çin başta olmak üzere, komşu milletlerin yazdıklarına muhtaç etmiştir. İşte bu durum Türk tarih yazıcılığında bir başka önemli sorunu doğurmuştur: Terminoloji. Özellikle Türk tarihinin ilk çağları için Çin yıllıklarının esas kaynaklar olması bu dönem Türk devler, topluluk ve kişi adlarını muamma haline getirmiş, adeta Türklere yabancılaştırmıştır. Herkesin bildiği Hunların, Hsiung-nu, Hun Imparatoru Mete'nin adının mao-dun, mao-tun ve hatta Türk adının Tou-kiue, T'u-küe gibi onlarca farklı imlası olması Türk tarihinin ilk devirlerini anlaşılmaz bir hale sokmuştur. Bu yüzden Ti, Yüan-ho, Hu-Iü, Chie-pi, Hu-ku, i-ch'i-chih gibi pek çok boyadı Türk boyları oldukları halde yanlış anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla, bir millerin kendisi tarafından yazılırsa anlam ifade etmektedir. Bu bağlamda Ebülgazi Bahadır Han'ın şu sözleri oldukça manidardır: "Hep bilin ki bizden önce tarih söyleyenler Arapça lügatleri katmışlardır ve Farsça da katmışlardır ve Türkçeyi de seci kılmışlardır. Kendilerinin hünerlerini ve üstadlıklarını halka malum kılmak için. Biz bunların hiç birisini yapmadık. Onun için ki: Bu kitabın okuyucusu ve dinleyicisi elbette Türk olacaktır. Tabii, Türklere Türkâne söylemek gerek. Ta ki, onların hepsi anlasınlar. Bizim söylediğimiz sözü bilmeseler ondan ne çıkar? Eğer onların içlerinde bir veya iki okuyan akıllı insan olsa, o bilse, bilmeyen çokluğun hangi birine söyleyip bildirir? O halde öyle söylemek gerek ki iyi ve kötü hepsi bilip, gönüllerine makul olsun". Bu sözlerin bugün bile geçerliliğini koruduğu açıktır, çünkü Türk Tarihi ve Medeniyeti Türk kültüründen uzak ve Türk toplumuna yabancı tarih telakkileri ile yazılmaktadır. Sayıları zaten bir elin parmakları kadar az olan mevcut Genel Türk Tarihi kitapları da bu çelişkiden kurtulamamışlardır. Doğan Avcıoğlu'nun "Türklerin Tarihi" adlı eseri buna bir örnektir. Materyalist tarih düşüncesiyle Türklerin tarihini adeta göçebe toplulukların teşkilatsız ve amaçsız siyasi ve ekonomik faaliyeti şeklinde yorumlayan bu eser, Türklerin serüveninin belki bir kısım özelliklerini yansıtabilir ama, Türk tarihinin bütününü hiç bir şekilde aydınlatacak vasıfta değildir. Son yıllarda Sina Akşin'in editörlüğünde yayınlanan 5 ciltlik "Türkiye Tarihi" ve özellikle de eski Türk tarihi ile ilgili birinci cilt, İslamiyet öncesi Türk tarihini aydınlatmaktan çok, büyük bir kara delik gibi sunmayı yeğlemiştir. Bu eser de Türk tarihini, Türk coğrafyasına hiç bir dönemde hakim olmamış bir terminoloji ve görüş ile anlatma iddiasındadır. Ama ne muhteva ne objektiflik açısından genel bir Türk tarihi olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Yılmaz re Öztuna'nın "Büyük Türk Tarihi" adlı 12 ciltlik eseri ise bugüne kadar Türkler hakkında yapılmış en kapsamlı çalışmadır. Ancak bu eser, bir derlemedir, Türkiye merkezli bir bakış açısı vardır. Bilimsel anlayışla hazırlanmış "Tarihte Türk Devletleri" adlı iki ciltlik çalışma ise her devletten kısa kısa bahseden bir tebliğler koleksiyonudur'."Türk Dünyası El Kitabı" da yine muhteva olarak çok dar kapsamlı ve türko-sentirik bir yaklaşımla derlenmiştir. Kaynakları ise büyük ölçüde Türkiye ile sınırlıdır. Bu eserler artık tarih biliminin son yıllarda kaydettiği baş döndürücü gelişmeler sayesinde güncelliklerini büyük ölçüde yitirmişlerdir. Çünkü Türk devlet ve topluluklarının siyası, sosyal ve ekonomik tarihi, bilhassa 1990 sonrası çok değişmiştir. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu hakkında hazırlanmış çalışmalara baktığımızda da çok farklı bir manzara ile karşılaşmamaktayız. Selçuklular hakkında araştırmalarıyla tanınan Mehmet Altay Köymen ve Osman Turan'ın eserleri hala aşılamamış görünmektedir. Türk Tarih Kurumu'nun İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Enver Ziya Karal'a hazırlattığı Osmanlı Tarihi hala önemini ve kaynak değerini korumaktadır. Yılmaz Öztuna ve Ziya Nur Aksan'ın 10 ciltlik Osmanlı Tarihi eserleri de nitelikli olmakla birlikte, bilimsel yöntem ve tekniklere göre hazırlanmış eserler değildir. Bu eserlerin esas kaynağını Osmanlı kronikleri ve Hammer'in 10 Ciltlik Osmanlı Tarihi oluşturmaktadır. XIX. yüzyılda yazılmış, Namık Kemal ve Ahmet Rasim'in Osmanlı tarihleri de dahil olmak üzere Osmanlı tarihi ve medeniyeti son iki yıla kadar dünya tarihindeki yeri göz önüne alınarak, bilimsel bir metotla ve uluslararası nitelikte bir esere sahip olmamıştır. 1999 yılı sonlarında Yeni Türkiye'nin 12 cilt olarak hazırladığı Osmanlı adlı eser büyük bir boşluğu doldurmuş ve Osmanlı tarihi çalışmalarına damgasını vurmuştur. Bu eser, Osmanlı tarihini bilimsel, uluslararası ve kapsamlı bir çalışmaya kavuşturmuş, bütün önemli kütüphaneler tarafından koleksiyonlara eklenmek suretiyle hak ettiği yere gelmiştir. Bu çalışmanın elde ettiği başarıdan sonra Türklerin tarihi konusunda yukarıda değindiğimiz boşluğu doldurmak amacıyla da Türkler adlı bu muazzam 21 ciltlik eserin hazırlanması gereği hasıl olmuştur. Bu çalışmanın yapılması için onlarca haklı neden olmakla birlikte esaslarını bir kaç maddede toplamanın mümkün olacağı kanaatindeyiz. Yurt dışında Türkler ve Türk dili tarihi hakkında yayınlanan eserler birkaç taneden ibarettir ve yayın tarihi olarak güncelliğini yitirmiştir. Klasikleşmiş bu tür eserlerden en önemlisi Lars Johanson ve Eva A. Csato'nun editörlüğünü yaptığı The Turkic Languages (London, Routledge, 1998)'dir. Philologiae Turcicae Fundamenta I-II (Wiesbaden, 1964) aynı şekilde daha eski fakat önemli bir başka eserdir. Rus bilim adamı Naradov'un Tyurski Yazık (Moskova, 1966) ve E. R. Tenişev'in başkanlığında bir editör grubunun yayınladığı Tyurski Yazık (Bişkek, 1998) ise Rusya'da Türk dili ve tarihi hakkında yapılmış en kapsamlı çalışmalar olma özelliğini hala korumaktadırlar. Diğer kitaplar genel bilgi vermeyi amaçlayan ve daha çok öğrencileri hedefleyen çalışmalar olarak değerlendirilebilir. Türk tarihine genel hatlarıyla bakan ve Batı'da yayınlanan eserlerin birkaçı müstesna, çoğunluğu ne yazık ki yanlış bilgilerle doludur. Eserimizde Kate Fleet, Türk tarihini "barbar" literatürü içerisinde değerlendiren bu yaklaşımları ve içine düştükleri yanlışları irdelemektedir. Bu eserlerin geneline baktığımızda öncelikle Türkler hakkında sadece Türkiye Türklerinin bakış açısıyla yazılmış eserler dışında tarih kitabı yoktur. Türkiye tarihçiliği özellikle eski Türk tarihine oldukça geç bir dönemde, daha somut bir ifadeyle 1930'larda ciddi anlamda eğilmiştir. Atatürk'ün Türk Tarih tezini desteklemesi bunda etkili olmuştur. Bu dönemde, Osmanlı tarihinin öncesinde milli kimliğin oluşmasına yardımcı olacak çok önemli bir tarihi dönem olduğu inancıyla yola çıkılmış ve Anadolu'daki Oğuz boylarının izleri sürülerek Orta Asya'ya ulaşılmaya çalışılmıştır. Tarih-i Osmani Encümeni'nin bu anlayışla bir tarih yazımının geliştirilmesi için yeterli olamayacağı inancıyla Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurulmuş ve daha sonra bilimsel araştırmaları yapmak ve yönlendirmek için de Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi (DTCF) açılmıştır. TOE'nin çıkardığı "TOEM"in yerine de Belleten adlı bir derginin yayımına başlanmıştır. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi ışığında yapılan çalışmalar, Türk milletinin, önemli bir Osmanlı öncesi tarihi geçmişi olduğunu ortaya koymuştur. Ancak Türk tarihinin çok geniş bir coğrafyada yaşanması araştırmacıların karşısına filoloji, arşiv, ulaşım, arkeoloji bakımından pek çok önemli ve aşılması zor sorunlar çıkarmıştır. Eski Türk tarihini çalışmak isteyen bir araştırmacının Çince, Moğolca, Rusça, Sanskritçe, Arapça, Farsça ve hatta Latince öğrenmek zorunda olması, bir seviyeden sonra araştırmaların adeta durma noktasına gelmesine sebep olmuş, ya da eski Türk tarihi alanında orijinal çalışmalar yapılamamasına neden olmuştur. Filolojik ve arkeolojik sorunları aşmak amacıyla kurulan DTCF, çok kısa bir süre sonra disiplinler arası kopuklukların ciddi bir durum alması sebebiyle, asıl fonksiyonunu ifa etmekten uzak kalmıştır. Bu sorun hala aşılamadığı için tarihçilerin bir filolog olma zarureti ortadan kalkmamış, bu ise araştırmaların hızını kesen önemli unsurlardan birisi olmuştur. Halbuki diğer bilimsel alanlarda olduğu gibi, günümüz tarihçiliği de multi-disipliner ve uluslararası nitelikte çalışmaların yapılmasını gerekli kılmaktadır. Bu yaklaşım, işaret ettiğimiz sorunu aşmanın da en makul yolu olarak görünmektedir. Ancak Türk bilim hayatında henüz bu yaklaşımın eyleme geçirildiğini söylemek mümkün değildir. Halbuki resmi ve bağımsız araştırma kuruluşlarının teşvik, öncülük ve katkılarıyla bu tür ortak multi-disipliner çalışmaların organize edilmesi mümkündür. Yeni Türkiye bu misyonla hareket etmekte olduğunu hazırladığı Türkçe ve İngilizce "Osmanlı" çalışmalarıyla kanıtlamış bulunmaktadır. Türkler adlı eserimiz ise bu yaklaşımın ne kadar verimli olabileceğinin en somut kanıtı olma özelliği taşımaktadır. Bu çalışma, aynı eserde tarih, edebiyat, arkeoloji, etnografi, sanat tarihi, bilim tarihi, siyaset bilimi ve iktisat gibi farklı disiplinleri buluşturmak suretiyle Türk tarihinin multi-disipliner bir yaklaşımla ele alınmasında bir ilki gerçekleştirmektedir. Bu yaklaşımın faydaları, eserimizin yakın gelecekte Türk tarihi konusunda yeni araştırmalara kaynak teşkil etmesi ile görülecektir, diye ümit ediyoruz. Çünkü, en baştan bu zamana kadar birbirinden uzak kalan bir çok branşın ortak kaynağı artık "Türkler" olacaktır. Yine bu eser, bir çok ülkede araştırmalarını yürüten Türkologları bir araya getirmek amacı gütmektedir. Eserimize yazıları veya fikirleriyle katılan 600 civarında yabancı uzman sayesinde, Türk tarihinin uluslararası bir açılımla ele alınması düşüncesi hayata geçirilmiş olmaktadır. Böylece halen ülkemizde yaygın bakış açısı olan Türkiye merkezli bir tarih yazıcılığından araştırmacılarımızın kurtulmasının gerekliliği ortaya konulmaktadır. Aynı konuya bir başka açıdan da bakmak mümkündür. Türk tarihi araştırmalarının yapıldığı Avrupa, Asya ve Amerika da Türk tarihine kendi tarihlerinin etkisi altında bakmaktadırlar. Türkiye merkezli çalışmaların bilimsel mahzurları neyse, sözgelimi euro-centrique yaklaşımların sakıncaları da odur. Dolayısıyla bu esere katılımı sağlanan faklı ülkelerin yazarları, bilimsel çalışmalarının diğer ülke araştırmacıları tarafından okunacağı düşüncesiyle çalışmalarına yön vermişler, muhtemelen taraf olma konusunda daha hassas davranma gereğini hissetmişlerdir. Bu da Türk tarihinin tarafsız, bilimsel ve ön yargıdan uzak bir tarzda yazılmasını sağlamıştır, diye düşünüyoruz. Bu açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz: Türk tarihi bugüne kadar spesifik olarak, bölgesel çerçevede ve ön yargılarla incelenmiş, fakat genelde incelenmemiştir. Bu yüzden bir devletin tarihi, bir Türk boyunun serüveni, bir Türk liderin mücadelesi, Türklerin hayat tarzı, siyasi ilişkileri vs. değerlendirilmiş, fakat aralarındaki kopukluk giderilememiş, başka bir deyişle, Türk tarihinde bir bütünlük sağlanamamıştır. Halbuki Türk tarihi bir bütündür, fakat bu "bütünlük", bugüne kadar yeterince vurgulanmamış ve siyasi parçalanmanın etkisinden kurtarılamamıştır. Yeni Türkiye, bu eserle, Türk tarihine de bir bütünlük kazandırmakta, siyaset ve sınır ötesi bir tarih görüşü ortaya koymaktadır. Daha doğrusu, zaten doğal mecrasında bu şekilde akan, fakat çeşitli siyasi tercihler veya bölgesel düşüncelerle ayrışan Türk milletinin tarihini ortak bir tarih haline getirmeyi ümit etmektedir. Türkler adlı bu eserimizin amaçladığımız hedefe büyük ölçüde ulaştığı düşüncesindeyiz. Çünkü Türk Cumhuriyetlerinin tarihleri hakkında yazılanlar şöyle bir ortak tarihi gelişime işaret etmektedir. Hun İmparatorluğu muhtelif Türk boylarının kurduğu devlet olarak fonksiyonunu tamamladıktan sonra, Orta Asya'da Göktürkler ve Uygurlar sonuna kadar olan dönem bütün Türk devlet ve topluluklarının ortak tarihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tarihten sonra Türk tarihinde göç yollarının farklılığı ile mütenasip bir tarihi süreç başlamış ve Türk tarihi üç kola ayrılan Türk boylarının serüvenine sahne olmuştur. Birinci kol; Oğuz Türklerinden Selçuk ve ailesinin önderliğinde Anadolu'yu vatan haline getirmesi ile tarih sahnesinde götürmüştür. Bu kolun tarihi, Büyük Selçuklular, Türkiye Selçukluları, Osmanlılar ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti şeklinde bir devamlılık arz etmiştir. Kazak, Kırgız, Özbek ve Doğu Türkistan grubu Orta Asya'da, Türklerin anayurdunda kalmışlar ve varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Üçüncü kola mensup, Tatar, Başkurd, Avar, Kıpçak ve Bulgarlar ise Karadeniz'in kuzeyinde ve Doğu Avrupa siyasi tarihinde derin izler bırakmışlar, fakat bunların bir kısmı varlıklarını muhafaza edemeyerek zamanla yerli unsurlarla karışmışlardır. Bu üç koldan ayrılarak tali kollar oluşturan Türkler ise Hindistan, Mısır, Çin ve Moğolistan'da bir süre hakim olmuşlar, fakat daha sonra egemenliklerini sürdürememişlerdir. Bu açıklamamız aslında Türk tarihinin bir bütünlük ve devamlılık arz ettiğini kesin olarak ortaya koymaktadır. Ancak bugüne kadar yazılan eserler bölgesel ve ırkı endişeler taşıdığı için bu konuya yeterli vurguyu yapamamışlardır. Halbuki Türk tarihinin bölünmezliği ve Türk devletlerinin her birinin aynı milletten olduğu, 1936 yılında bizzat Mustafa Kemal Atatürk'ün çıkardığı bir kanunla, Cumhurbaşkanlığı sancağındaki yerini almak suretiyle en resmi ağızdan ilan edilmiştir. Bu eser, bu açıdan bir ilki gerçekleştirmekte, Türk tarihinin aynı kökten bir ağacın dalları gibi düşünülmesi ve ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Nasıl ki, Fernand Braudel Akdeniz havzasını bir birleşik kültür ve medeniyet olarak ele aldı ise, artık Türk tarihi de büyük bir Türkistan coğrafyasının kültür ve medeniyet alanı olarak ele alınmalıdır. Aslında son zamanlarda yapılan araştırmalar, bugünkü tarih yazıcılığının tespitlerinin tersine, Türk devletlerinin birbirlerinin mirası üzerinde kurulduğunu ve yükseldiğini göstermiştir. Osmanlı bürokrasisi, maliyesi ve ordusunda Büyük Selçuklu kurumlarının nasıl yaşatıldığı artık bugün kesin olarak anlaşılmış bulunmaktadır. Dolayısıyla artık Türk tarihinin bir bütün halinde incelenmesi ve yazılmasının zamanı gelmiştir. Türkistan'ı coğrafi olarak birbirinden ayrı bölgelere ayırmak belki mümkündür, ama tarihini ayırmak tarihi geçmişe sırt çevirmektir. Öte yandan Türk tarihinin bir bütün ve ortak kültür unsuru olarak ele alınamamasının nedenlerinden birisi de tarihin hanedanlar temel alınarak yazılmasıdır. Bizce bu yanlıştır ve Türk tarihinin birbirinden kopuk şekilde incelenmesinin temelinde bu hata yatmaktadır. Hanedan esasına göre yazılan tarihler, aynı zamanda hanedanın dostunu dost, düşmanını düşman olarak mütalaa etmektedir. Halbuki hanedanlar her ne kadar devlet adına hareket etseler de öncelikle hanedanının menfaatlerini ön planda tutmaktadırlar. Bu yaklaşım Türk topluluklarının ve devletlerinin birbirlerinden zamanla uzaklaşmalarına yol açmaktadır. Örneğin XVI. Yüzyılın iki önemli Türk devleti olan Osmanlılar ve Safeviler devletlerinin bekası için karşı karşıya gelmişler, uzun bir süre birbirleriyle savaşmışlardır. Ama bu iki devlet de birer Türkmen devletidir. Dolayısıyla, tarihlerimizde bu iki Türk devleti arasındaki mücadeleleri Osmanlı-İran ilişkileri şeklinde ele almak doğru olmasa gerektir. Hanedanlar farklı Türk sülaleleri olabilir, ama bu durum Türk milletinin kültürel ve sosyolojik devamlılığını yitirmesi için bir araç olmamalıdır. Modern tarihçi artık hanedanın resmi vekâyinüvisi değil, Türk tarihini tarafsız olarak inceleyen bir bilim adamı olduğunu kabul etmeli ve bu bilinç ile davranmalıdır. Türk tarihinin ortak ve aynı kökten geldiğini vurguladıktan sonra Türk tarihinin ele alınmasındaki bir metot yanlışlığına değinmeden geçmek yanlış olur kanısındayız. Bilindiği gibi Cumhuriyet dönemine kadar Türk tarihi İslam tarihinin bir parçası olarak ele alınmaya çalışılmıştır. Bu anlayış İslam öncesi Türk tarihinin yüzyıllar boyunca ihmal edilmesine yol açmıştır. Cumhuriyet döneminde benimsenen Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi bu gidişi tersine çevirmeyi hedeflemiş, ancak bu defa da Türk tarihinin bütünlüğü bozulmuştur. Çünkü bu dönemde Osmanlı tarihi ihmal edilmiştir. Bu dönem Türk tarih yazıcılığının tepkici bir yaklaşımın ürünü olması ise, bu dönem tarih yazıcılığının bir gelenek yaratamamasına sebep olmuştur. Ne yazık ki, bu olumsuz gelişme, en fazla Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yazımını etkilemiş, 1923-2000 arası dönem bilimsel, tarih metodolojisine uygun ve evrensel nitelikte incelenememiştir. Bütün bu ve benzeri çalışmalar şunu göstermektedir ki, Türklerin tarihine dair tarafsız, kapsamlı, ilmi ölçülere uygun ve her Türk devlet ve boyuna eşit mesafede bir Genel Türk Tarihi kitabı mevcut değildir. Daha önemlisi günceli yakalayan bir tarih kitabımız yoktur. Halbuki, özellikle 1991'dan sonra Türk devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla Türk dünyasında tarihle birlikte, tarihe bakış da büyük ölçüde değişmiştir. Dünyada oluşan yeni stratejik dengeler Türk dünyasının ve bilhassa Orta-Asya'nın önem kazanmasına, bölgenin tarihi geçmişine derin ilgi ve alaka uyanmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte ihtiyaca cevap veren, bütün Türk devlet ve topluluklarının tarihlerini bir arada ele alan bir eser yoktur. Genel bir Türk tarihi kitabına olan ihtiyaç gittikçe artmaktadır. Bu itibarla, hazırladığımız Türkler adlı bu eser içerik, yaklaşım, orijinalite, hacim ve yazar kadrosu bakımından önceki genel Türk tarihleri ile kıyaslanamayacak kadar önemli özellikler taşımaktadır. Eserin tasnifinde, Türk tarihini dönemlere ayırırken işaret ettiğimiz bütünlük ve devamlılık göz önüne alınmıştır. Bu itibarla Türk tarihinin iyi belgelenmemiş veya bilimsel ölçülerde tam olarak aydınlatılamamış dönemlerini proto-Türkler şeklinde değerlendirmeyi uygun gördük. Bu dönemde Türk olduğu, Türklerle akraba olduğu veya Türkistan'dan geldiği iddia edilen proto-Türkler dönemi problematik açıdan ele alınmıştır. Burada yazısı olan araştırmacıların tespitleri birbirleriyle çelişki oluşturabilir. Ama editörler bu çelişkinin eserin bütünlüğünü bozmayacağı kanısındadır. Bunları plana dahil etmek de onların kesin olarak Türk olduklarını göstermek değildir. Burada amaçlanan, Sümerler, Etrüskler, Kuşanlar gibi Türk olduğu öne sürülen ve ispata muhtaç olan devletlerin de Türk tarihinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünmemizdir. Gerçekten de konuyla ilgili olarak yazan bilim adamları ele aldıkları konuların tartışılabilirliğine de işaret etmek suretiyle bilimsel ölçülerin içerisinde kalmaya özen göstermişlerdir. Eserimizin tasnifi açısından belirtilmesi gereken bir konu da dönemler meselesidir. Bilindiği gibi Türk tarihi, genel olarak İslamiyet'ten önce ve İslamiyet'ten sonra olmak üzere iki ana dönemde mülahaza edilmektedir. Bu ise, Türk tarihinin devamlılık ve bütünlük içerisinde ele alınmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, editörler olarak biz, Türklerin tarihinde İslamiyet'in kabulünün bir dönüm noktası teşkil ettiği gerçeğini kabul etmekle birlikte, bu tür bir tasnifin doğru olmayacağını düşündük ve kesin bir dönem belirtmedik. Zaten son zamanlarda bu dönemin ne zaman başladığı tartışılmaktadır. Gerçekten de Türklerin İslamlaşma süreci uzun bir dönemdir ve kesin bir tarihle ifade edilmesi doğru değildir. Türklerin İslam dünyasına girmesi ve burada etkili olması ise daha uzun bir zaman içerisinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle İlk Müslüman Türk Devletleri konusundaki tasnifimiz de, öncekilerden farklı olmuştur. Türklerin kitleler halinde Müslüman olmaları X. yüzyılın ikinci yarısında kesafet kazanmış bir tarihi olaydır. Ancak son zamanlardaki çalışmalar açık bir şekilde ilk Müslüman Türk devletinin Karahanlılar ile başlamadığını, İdil Bulgar Hanlığının bu devletten daha önce İslamiyet'i resmen tanıdığını ortaya koymuştur. Dolayısıyla klasik tasniflerin tersine, İlk Müslüman Türk Devletlerini X-XI. yüzyıllarla sınırlı tutmak doğru değildir. Yine, Büyük Selçuklu İmparatorluğunu da, şimdiye kadar yapıldığı gibi, bu dönemin devleti değilmiş gibi göstermeyi uygun bulmadık. Bu Türk İmparatorluğu siyasi varlığını X-XI. yüzyıllarda tamamlamıştır. Dolayısıyla, eserimizde diğer çağdaşı Müslüman Türk devletleriyle birlikte ele alınmıştır. Eserimizin konular açısından bütünlüğünü bozmamak için yukarıda değindiğimiz göç yolları ve devamlılığı göz önüne alan bir tasnif benimsenmiştir. Buna göre, Osmanlıları ve arkasından da Türkiye Cumhuriyeti'ni ele almayı uygun bulduk. Bunu yaparken, kronolojik bakımdan tutarlılığımızı yitirdiğimizin farkındaydık. Ama aynı coğrafyada cereyan eden siyasi ve sosyal olayların sırf kronolojik endişelerle bölünmesini de bilimsel olarak doğru bulmadık. Aynı gerekçe ile Karadeniz'in kuzeyinde ve Türkistan'da cereyan eden Türk tarihinin de devamlılığına ve bütünlüğüne öncelik verdik. Dolayısıyla, eserimizde, konu bütünlüğü ve devamlılık kronolojinin önüne geçmiştir. Bu yüzden ileriki ciltlerdeki bazı konuların kronolojik olarak daha erken dönemlerle başlaması kaçınılmaz olmuştur. Türkler adlı eserimizde sadece siyasi tarih ele alınmamış, Türk kültür ve medeniyeti de önemiyle mütenasip bir düzeyde işlenmiştir. Kültür ve medeniyet konularının tasnifinde de siyasi dönemler dikkate alınmamış, kültür, medeniyet ve sanat hayatımızda değişim, dönüşüm ve eğilimler göz önünde tutulmuştur. Bu yüzden, sözgelimi Türk edebiyatının klasik dönemi 18. yüzyılda bitmemekte, 1860 yılına kadar getirilmektedir. Aynı şekilde yenileşme dönemi Osmanlı düşünce ve bilim tarihi de siyasi bölümlemeden farklı değerlendirilmiştir. Bu yüzden eserimizde, yenileşme dönemi XVIII. Yüzyıl başlarına kadar çekilmiştir. Bu tamamen Yayın Kurulu'nun ve editörlerin tercihi sonucu belirlenmiş bir dönemlere ayırmadır ve Osmanlı tarihinde değişim ve yeniliklerin miladının 1789 Fransız Devrimi ile ilişkilendirilmesinin doğru olmadığı noktasından hareketle seçilmiştir. Yine Osmanlı tarihinde XX. Yüzyılın ilk yarısının tarih görüşünün bir uzantısı olarak yerleşen yükselme, duraklama, gerileme gibi bir dönemleme de yapılmamıştır. Osmanlı tarihinin bu şekilde dönemlere ayırmanın yanlışlarına eserimizde Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. Suraiya Faroqhi değinmişlerdir. Bu anlayışla, Osmanlı İmparatorluğu Donemi Türk Tarihi ele alınırken, siyasi tarihlere değil, belirgin dönüşüm ve değişime dair gelişmelere vurgu yapılmıştır. Türk projesi ve eserin hazırlanması hakkında da birkaç önemli tespit yapmak yararlı olur kanaatindeyiz. Projeye başlarken, 2000 yılı sonlarında dünyada Türkoloji araştırması yapan 6000 civarında araştırmacı belirlenmiştir. Konu planı ile bilim adamlarından yapabilecekleri katkı sorulmuş ve gelen yazı teklifleri konu bütünlüğüne göre kabul edilmiş veya kendilerine konu planın da ihtiyaç duyulan konuları yazmaları teklif edilmiştir. Bu teklif yapılırken araştırmacının uzmanlık alanına ehemmiyet verilmiştir. Eser tamamen sipariş üzerine yazılan araştırma yazılarından oluşmadığı için aynı konuda benzer yazılar da tarafımıza ulaşmıştır. Bu yazılar, bilimsel ölçülere uygun oldukları halde tekrara düşmemek için yayınlanamamıştır. Bu açıklamalar ışığında iddia edebiliriz ki, eksiklerine rağmen Türkler adlı bu eserimiz, evrensel nitelikte, bilimsel araştırma metotlarına uygun, Türk tarihinin bütününü dil, tarih, kültür, sanat, dil ve edebiyat gibi farklı açılardan ve bir bütün halinde ele alan yegane eserdir. Bu anlamda, Türk milletinin dünya tarihindeki yerini ve önemini ortaya koyarak, gelecek bilimsel çalışmalara ışık tutacaktır. Prof. Dr. Kemal ÇİÇEK
|