Köklü kültürlerin yaşadığı ve güçlü devletlerin bulunduğu Orta Doğu coğrafyasında Türkler, İslâmiyeti kabullerinden sonra bir sosyo-kültürel ve ekonomik değişim süreci yaşamışlar, buna rağmen devlet kurma kabiliyetlerini, dillerini ve geleneklerini devam ettirmişlerdir. Göçebe bir kültüre mensup oldukları söylenen Türkler, geniş bir coğrafyada nasıl bu kadar kalıcı devletler kurabilmişler ve siyasî ömürlerini sürdürmeyi nasıl başarmışlardır? Bu soruya cevap aranması, bizce, dünya medeniyeti tarihinin en önemli konularından birisi olmalıdır. Halbuki tarih yazıcılığı henüz bu konuya gerektiği kadar ilgi göstermemiştir.
Bu cilt, büyük ölçüde bu soruya ışık tutabilecek konuları ihtiva etmektedir. Türklerin İslâmiyeti kabulünden sonra kurdukları ilk Müslüman Türk devletlerinde devlet anlayışı ve teşkilâtı ve sosyal ve ekonomik yapıdaki değişimler incelendikten sonra, bilim ve düşünce konusunda Türklerin dünya medeniyetine yaptıkları katkılar ile dil ve edebiyat konuları ele alınmıştır.
X. yüzyıldan itibaren İslâm dini ve medeniyeti dairesine giren Türkler, sahip oldukları devlet kurma becerisini bu dönemde de sürdürdüler. Yeni kurdukları Karahanlı ve Büyük Selçuklu Devletleri elbette İslâm medeniyetinin şartlarına uygundular ama önemli farklılıklar da taşıyorlardı. Bu devletlerin teşkilâtlarında eski Türk devlet anlayışı korunmuş fakat Abbasî, Sâmânî gibi devletlerin müesseseleri de büyük ölçüde benimsenmiş ve tecrübelerinden yararlanılmıştı. Türk hakanları Türkçe isim ve unvanlarının yanı sıra İslâmî isimler, unvanlar ve lâkaplar da alıyorlardı. Türk-İslâm devletleri, bir anlamda eski Türk devlet anlayışı ile İslâm hukuk ve düşüncesinin kaynaşmasından oluşan yeni bir devlet tipini temsil ediyorlardı. Bunun en güzel örneğini Karahanlılar Devleti oluşturuyordu. Devlet yönetimi, ordu, sosyal hayat, sanat ve hukuk sistemi bakımından tamamen Türk olan bu devlet, dinî açıdan da İslâmiyeti temsil ediyordu. Karahanlılar, devlet yönetiminde zamanla İslâmî geleneklere de yer vererek, Türk-İslâm devletine doğru bir köprü vazifesi gördüler. Bundan sonra, Gaznelilerle devam eden gelişme, Selçuklularla tamamlandı ve olgunluk safhasına ulaştı.
Türk-İslâm devletleri daha önceki Arap ve Fars kökenli İslâm devletlerinden temel özellikler bakımından bazı yönleriyle ayrılıyordu. Öncelikle, Türk-İslâm devletlerinin hâkimiyet anlayışı, idarî yapıları ve hukuk anlayışları, Arap ve Fars kökenli İslâm devletlerinden farklı idi. Meselâ Türk devletlerinde, topluluklar arasında sosyal, kültürel ve dinî açıdan hiçbir kademe farkı görülmemekteydi. İdare karşısında herkese eşit hak ve adâlet sağlanmaktaydı.. Bu anlayışın bir uygulaması olarak, devletin idarî kadroları, kendileriyle işbirliği yapmak isteyen yerli halka bütünüyle açılmaktaydı.
İslâmiyet, Türklerin hukuk, inanç, düşünce ve sosyal hayatlarında da köklü bir değişim yaşanmasına sebep olmuştur. Eski Türk toplumunda gündelik hayatın sınırlarını töre belirlerken, İslâmî dönemde törenin yanında İslâm hukuku da geçerli olmaya başlamıştır. İkinci bölümde Türk sosyal hayatı ve ekonomisini ele alan yazılar bu değişime işaret etmekte, fakat Müslüman Türkler arasında eski toplum hayatının izlerinin hâlâ çok güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. Kutadgu Bilig Dîvân-ı Lûgati’t Türk ve Atabetü’l Hakâyık gibi temel eserler de bu durumu çok canlı örneklerle gözler önüne sermektedirler. Buna göre Türk toplumunun dinî inancında meydana gelen köklü değişim, XI. yüzyılın ikinci yarısında henüz tam anlamıyla Türklerin giyim kuşamlarına, aile yapılarına, akrabalık ilişkilerine, evlenme geleneklerine ve beslenme alışkanlıklarına yansımamıştı. Ayrıca eski Türk toplum yapısı, önemli özelliklerini İslâmî dönemde korumuş görünmektedir. Eski Türk toplum yapısında olduğu gibi, yeni dönemde de Türk kökenli askerler idareci sınıflar arasında imtiyazlı konumlarını sürdürmüşlerdir. İlk Müslüman Türk devletlerinde, sosyal tabakalar arası geçiş, sınırlı bir biçimde de olsa mümkündür. İlk Müslüman Türk toplumunu diğer Müslüman toplumlardan ayıran önemli bir husus da şudur: Sultan sosyal piramidin tepesinde oturmaktadır fakat gücünü dinî otoritesinden değil, siyasî konumundan ve iktidarından almaktadır. Bu fiilî ve Türk töresine uygun durumu, 1055 tarihinde Tuğrul Bey sayesinde İslâm halifesi de kabul etmiştir. Böylece İslâm dünyasında ilk defa resmen dinî ve siyasî otorite birbirinden ayrılmış ve günümüze kadar Türk devlet ve toplum ilişkilerinin seküler çerçevesi çizilmiştir.
Türklerin İslâm dünyasına getirdikleri bir yenilik de, kadın hakları ve hukukunda oldu. Eski Türklerde "hatunlar" da devlet yönetiminde söz sahibi idiler. Ayrı otağları ve "buyruk"ları vardı. Törenlerde kağanların yanında yer alırlar, devlet meclisine katılırlar, elçi gönderip, elçi kabul ederlerdi. Türkler, kadın hukukundaki eski anlayışlarını İslâmî dönemde de aynen devam ettirmişlerdir. Meselâ, Atuncan Hatun, Tuğrul Beyin sadece özel hayatında değil, devlet hayatında da en büyük yardımcısı olmuştur. Sultan Melikşah’ın eşi, Karahanlı prensesi, Terken Hatun, devlet idaresinde son derece etkiliydi. Ayrı bir dîvânı vardı. Bazı meseleler, onunla danışılarak olgunlaştırıldıktan sonra sultana sunulurdu. Aynı şekilde Harezmşahlar hükümdarı Alâeddin Tekiş’in eşi Terken Hatun da devlet idaresinde söz sahibi idi. Onun da ayrı dîvânı, sarayı ve iktaları vardı. Devlet memurlarını tayin eder veya görevden alabilirdi. Daha da önemlisi, sultanın emirleri onun imzası (tuğra) olmadan geçerli sayılmazdı.
Türklerin bu devlet ve toplum anlayışı İslâmi dönem düşünce ve bilim hayatının gelişmesinde de belirleyici rol oynadı. Siyasî ve dinî otoritenin 1055 yılında birbirinden ayrılması ile daha serbest bir ortam doğdu. Özellikle Semerkand, Buhara, Merv ve diğer büyük Maveraünnehir kentleri, kurulan yeni eğitim kurumları sayesinde fıkıh, mantık, tıp ve felsefenin yeniden şekillendiği yerler haline geldiler. Bu şehirlerde yetişen Türk İslâm bilginleri, yukarıda ana hatlarını belirtmeye çalıştığımız Türk-İslâm devlet anlayışına ve toplum yapısına uygun bir dinî uygulamanın gelişmesini sağladılar. Başta Mâtüridî olmak üzere Türk din bilginleri, hem Türk kültürünün temel özelliklerini koruyabilmek hem de bu dini kendi bünyelerine uydurabilmek için büyük ölçüde aklî ilkelere göre te’vîl etme yoluna gittiler. Böylece nakle dayalı din anlayışına bir alternatif getirerek, tabir-i caizse,"Türk-İslâm sentezi"ni ortaya koydular. Diğer taraftan Türk bilginler tarafından geliştirilen Türk-İslâm düşüncesi, dinin daha mistik ve daha kişisel yönlerinin ön plana çıkarılmasını sağladı. Bu da Türkler arasında tarikat ve tasavvufun gelişmesine sebep oldu.
Bu hür düşünce ortamında Türkler edebiyat, kültür, sanat ve fen bilimleri alanında büyük bilginler yetiştirdiler. Nitekim Farâbî, İbni Sînâ, Ahmet Yesevî, Bîrunî, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib gibi büyük fikir, bilim ve inanç adamları hep bu atmosferde yetiştiler. Böylece Türkler, İslâm medeniyetinin en parlak dönemlerinden birinin yaşanmasına ortam hazırladılar. Maveraünnehirden Mısır’a İslâm dünyasında küçüklü büyüklü devletler kuran bütün Türkler bu ortamın sürekliliğine ve yeni nesillere aktarılmasına hizmet ettiler. Osmanlılar ise bu anlayış ve atmosferin havasını Balkanlara ve Avrupa’ya taşıdılar.
Bu cilt, İslâm ile Türk’ün buluşmasının ne kadar önemli olduğunu ve İslâmî esaslara dayanan yeni bir kültür ve medeniyetin temellerinin atıldığını göstermesi bakımından önemlidir.
|