Osmanlı İmparatorluğu dünya tarihinin gelmiş geçmiş en önemli siyasi oluşumlarından birisidir. XIII. yüzyılın başlarında Anadolu’nun kuzey batısında Söğüt gibi küçük bir kasabada kurulan bir beyliğin sadece üç asır içerisinde bir cihan İmparatorluğu haline gelmesi şüphesiz tarihin en kayda değer olaylarından birisidir. Üstelik Osmanlılar Anadolu ve Balkanlarda şaşırtıcı bir hızla, fakat sistemli olarak gerçekleştirdikleri fetihlerle Anadolu ve Doğu Avrupa siyasi tarihine damgalarını vurmuşlar. XIII. yüzyılın başlarında her bakımdan bir buhran dönemi yaşadığı anlaşılan bu coğrafya, Osmanlı hakimiyetinin yerleşmesiyle bir huzur ve barış ülkesine dönüşmüştür.
Osman Bey ve aşiretinin gerçekleştirdiği bu yükseliş, haklı olarak bir mucize olarak yorumlanmıştır. Bu mucizevî yükselişin mantıklı bir açıklamasının yapılması ise tarihçilerin en önemli meselesi olagelmiştir. Öte yandan Osmanlıların kendilerini “iki imparatorluğun mirasçısı” (Türk-İslam ve Roma İmparatorlukları) olarak görmeleri Cihan Hakimiyeti İdealinin bir yorumu olarak görülmüştür. Bu durum Osmanlıları İmparatorlukları anlamak için cazip bir model ve dünya tarihinin ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun bütün Akdeniz tarihiyle bağlantılı ilginç kuruluş öyküsü de bu cazibeyi artırmıştır.
Osmanlılar, izledikleri sistemli ve hukuki alt yapısı olan fetih siyaseti sayesinde İmparatorluklarını tarihinin en uzun ömürlü hanedan ve devletlerinden birisi haline getirmeyi başarmışlardır. Bu yüzden küçük bir beylik olarak kurulan Osmanlı Beyliğinin bir Cihan İmparatorluğuna dönüşmesinin sırrı, izlediği “fetih siyaseti”nde aranmalıdır. Bu eksenden sapılarak “kuruluş ve yükseliş” mucizenin açıklanmaya çalışılması tarihçileri kısır bir döngüye mahkum edecektir. Bizim kanaatimize göre, Osmanlı “fetih siyaseti” ne bazılarının iddia ettiği gibi sırf “yağma, akın ve ganimet” amacıyla yapılan bir savaş ne de “gaza” ideoloji etrafında olgunlaşan bir dini mücadeledir. Osmanlı fetih siyaseti iki esas üzerinde oturmaktadır: istimalet ve müdârâ. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun, gelişmesinin, yükselişinin ve hatta zayıflamasının nedenlerinin anlaşılmasında açıklanması ve anlam kazandırılması gereken kilit kelimelerdir. Prof. İnalcık’a göre istimâlet, toplumu “hoşgörü ile kendi tarafına kazanma” anlamına gelmektedir; müdârâ ise farklı din ve ırktan insanların bir arada yaşamak için reel politik-ekonomik çerçevede işbirliği yapmaları zaruretidir. Bu bağlamda yükselişin ruhunu yaşayan tarihçi Aşıkpaşazâde’nin naklettikleri önem kazanmaktadır. Osman Bey ilk önemli fethi olan Karacahisar’da akınlara devam önerisinde bulunan kardeşi Gündüz’e hitaben şöyle demektedir: “bu nevâhîlerümüzü yakıp yıkıcak, bu şehrümüz kim Karacahisardur, ma’mûr olmaz. Olası budur kim, komşularımız ile müdârâ dostlukların edevüz”.
Osman Beyin devlet politikasının esasını teşkil eden bu yaklaşımı, ne yazık ki “Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu Meselesi” tartışmalarında hak ettiği ölçüde vurgulanmış değildir. Osmanlı tarihçiliğinin Türkiye merkezli bir araştırma alanı haline dönüşememesi bu kavramların anlaşılamamasına ve Osmanlının yükselişinde siyasi ağırlığının tartışılamamasına başlıca sebep teşkil etmektedir. Maalesef kuruluş öncesi Osmanlı tarihçiliği yabancı bilim adamlarının ortaya attığı çoğu mesnetsiz tezlere cevap verme etrafında şekillenmiştir. Halbuki Türk-İslam geleneklerine uygun bir siyaset izleyen Osmanlıların köklü bir devlet kurmaları ve geniş bir coğrafyada hızlı sayılabilecek bir fütuhat gerçekleştirmelerinin arkasında fetih siyasetinin iki ayağı olan istimâlet ve müdârâ önemli bir yer tutmaktadır. Bu iki kelime fethe siyasi olduğu kadar, sosyo-kültürel, başka bir deyişle insani bir boyut katmaktadır. Aşıkpaşazade de eserinde Osmanlıların fetih siyasetinin sosyal boyutunu istimâlet esasına dayandırmakta ve bu açıdan diğer Türk beyliklerinden farklı olduğunu önemle vurgulanmaktır. Onun naklettiğine göre Osman Bey, Germiyan tarafından gelen yağma akınlarına karşı bölge Hıristiyanlarını koruma görevini üstlenmiş, fetholunan yerlerde yerli Hıristiyan halkı, köylü ve şehirliyi “istimâlet” ile yerlerinde bırakıp korumuştur. Böylece fetihleri daha kolay olmuş ve devlet kısa zamanda yeni yeni şehirleri hakimiyeti altına alabilmiştir. Bu siyasetin uygulayıcıları da bazılarının iddia ettiği gibi sadece savaşçı göçebe aşiret kuvvetleri değil, her biri şehir kültürünün ayrılmaz parçaları olan gaziyân, ahiyân, abdalan ve baciyanlardır.
Gerçekten de Osmanlı mucizesinin temelinde hoşgörü ve “öteki”ne iyi muamele aranmalıdır. Osmanlı beyliğinin kurulduğu yer bu tür bir yönetim anlayışını elzem kılmaktadır. Aksi takdirde Osmanlı Beyliğinin nüfusundaki hızlı artışı ve fetihlerin başarısını sadece uclarda toplanan ve birden bire cihad adına savaşan gazilere dönüşen Türkmenlerle açıklamak gibi kabul edilemez bir durumla karşı karşıya kalırız. Bu bağlamda Aşıkpaşazade’nin ilk fetihlerle ilgili şu tespitlerini de hatırlamakta yarar vardır: “Bu dört pâre hisarları (Bilecik, Yarhisar, İnegöl, Yenişehir) kim aldılar, vilâyetinde adlü dâd ettiler, ve cemî’ köyleri yerlü yerine gelüp mütemakkin oldılar. Vakitleri kâfir zamanından daha eyü oldı belki. Zira bundaki kâfirlerin rahatlığını işidüp gayrı vilâyetlerden dahi adam gelmeye başladı”. Demek ki Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yağma akınları, Orta Asya’dan ve İran’dan yapılan yoğun göç hareketleri, “gaza” ve “cihad” ideolojisi, Bizans’ın içinde bulunduğu siyasi çıkmaz veya diğer beyliklerin konumlarıyla açıklamak, Osmanlı mucizesinin sadece birkaç yönünü anlamamıza yardımcı olabilir. Kısaca, Osmanlı Beyliğinin diğer beylikler arasından sıyrılarak kısa sürede bölgesel bir güç haline gelmesinde rol oynayan en önemli faktör, savaşlar ve çatışmalarla yorulmuş bir coğrafyaya huzur, güven ve adalet getirmesi olmalıdır.
Osmanlı Beyliğinin kuruluşunu ve kazandığı nüfus potansiyelini elinde tutmasını sağlayan diğer bir önemli unsur da beyliğin kısa zamanda idari, askerî, ve adlî yapılanmasını tamamlaması olmalıdır. Osmanlı tarihçiliğinde bu unsur da çoğunlukla göz ardı edilmektedir. Halbuki kuruluş felsefesinin temeline oturtmaya çalıştığımız istimâlet ve müdârâ ancak teşkilatlı bir beyliğin uygulayabileceği bir sistemi içermektedir. Hoşgörünün tesisi öncelikle kendisinden ve geleceğinden emin olan bir bey ile mümkündür. Osman Bey’in hayatı üzerindeki araştırmalar onun kısa zamanda kendisini aşiret beyi kimliğinden (eşitler arasında birinci) sıyırmayı başardığını ortaya koymuştur.
Osman Bey ve idarede söz sahibi olan beylerin kızıl börklerini çıkartıp ak börklerini giymeleri bu dönüşümün başarısını yansıtmaktadır. Düzenli ve disiplinli bir orduya sahip olunması istimalet politikasının diğer önemli ayağını teşkil eder. Orhan Bey ve I. Murad zamanında, yani kuruluşun ilk elli yılında Osmanlılar gerçekten de daimi, sürekli ve profesyonel bir ordu kurmayı başarmışlardır. Devletin çok farklı din ve ırktan insanların bir arada yaşadığı Osmanlı topraklarında hoşgörüyü hakim kılması ancak, adalet mümkündür. Osmanlılar bunu İslam hukukunu hızla tatbikata geçirerek başarmışlar, toplumu bir arada barış içerisinde yaşatmak için “zimmet hukukunu” tavizsiz uygulatmışlardır. Bu uygulama Osmanlı kentlerini çok değişik coğrafyadan gelen insanların güvenle barınabildiği yerler haline getirmiş, sadece üretim ve tüketim alışkanlıkları farklı olan Türkler ve Rumlar arasında değil diğer milletlerden gelenler arasında da dostluk ve ticaret canlanmıştır. XIII. yüzyılda Bursa üzerinde yapılan araştırmalar bu kentin Avrupa’dan, Arabistan’dan ve İran’dan gelen tüccarların pazarı haline geldiğini göstermiştir. Osmanlı fetih siyasetinin “müdârâ” tarafı da bu şekilde hayata geçirilmiştir. Bizans kalelerinde Osmanlılara karşı askerlerin gösterdiği mukavemetin kent halkı ve köylülerden gelmemesinin nedeni de bu olmalıdır. Bu mükemmel yapının çok kısa bir zamanda kurulabilmesi elbette beyliğin iç dinamikleriyle açıklamak mümkün değildir. Osmanlılar bu teşkilat yapısını kendilerinden önce büyük bir devlet kurmuş olan Selçuklulara ve beyliklere borçludurlar. Osmanlı Pazar vergilerini toplamaya bir Germiyan Beyliğinden gelen bir mültezimin talip olması ve İznik medresesine Davud el-Kayseri’nin getirilmesine dair Aşıkpaşazade’nin nakilleri beylikler ile Osmanlılar arasındaki etkileşimin sadece bir cephesini işaret bile etse, çok önemlidir.
Kısaca diyebiliriz ki, Osmanlı Beyliği kuruluşunu ve kısa zamanda gelişmesini akıllıca uygulanan bir fetih siyasetine ve bunu mümkün kılan idari, askeri, ve hukuki altyapıya borçludur. Bu alt yapı ise çok büyük ölçüde Selçuklular ve Beyliklerin mirasını ile gerçekleştirilmiştir. 15. yüzyıl başlarında Timur tarafından vurulan darbeye rağmen devletin yapısının bozulmaması, Osmanlı devlet teşkilatın ne kadar sağlam temeller üzerine kurulduğunun bir göstergesidir.
İşte bu cilt, bu düşünceden hareketle kuruluştan 18. yüzyılın başlarına kadar geçen üç asır boyunca Osmanlıların beylikten İmparatorluğa geçiş serüvenini ele almaktadır.
|