Bu cilt klâsik dönem Osmanlı-Türk kültürü, mimarisi ve güzel sanatlarıyla başlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya tarihindeki yerinin ve öneminin lâyıkıyla anlaşılabilmesi için hâkimiyet kurduğu alanlardaki kültür mirasının ve günümüze kadar ulaşan tesirlerinin incelenmesi gerekir. Halbuki bugün pek çok ülkede Osmanlı kültür ve mirası yok farz edilmekte, Osmanlı sadece bir egemen güç olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Hatta bazı ülkeler kasıtlı olarak Osmanlı kültür mirasını tahrip etmekte, böylece yeni nesiller Osmanlı hâkimiyetinde geçen tarihlerini sadece savaşlar ve diğer olumsuzlukları ile hatırlamaktadır. Bu nedenle bir dönem Osmanlı hâkimiyetinde kalan bölgelerde Osmanlı kültür ve sanat eserlerinin ortaya çıkartılıp, araştırılması çok büyük önem arz etmektedir. “Osmanlı Coğrafyasında Kültür” başlığı altında toplanan yazılar, bütün tahribat ve ihmallere rağmen Osmanlı eserlerinin hâlâ ihtişâmını koruduğunu ortaya koymaktadır.
Gerçekten de Osmanlılar hüküm sürdükleri yerlerde bıraktıkları sayısız maddî kültür varlıklarıyla sadece siyasî bakımdan değil, kültür ve sanat bakımından da zirveye ulaşmışlardır. Fatih Sultan Mehmet’in, devrin en ünlü sanatçılarını etrafında toplayarak sarayı bir sanat akademisine dönüştürmesiyle gelişme dönemine giren Osmanlı sanat ve mimarisi, bizzat Fatih’in teşvikleriyle “yeni bir sanat üslûbu” ve orijinalite kazanmıştır. II. Bayezid ve Yavuz Sulan Selim zamanında himaye gören ve teşvik edilen Osmanlı sanatçıları, Osmanlı-Türk sanatının zenginleşmesine ve eşsiz eserler vücuda getirmesine öncülük etmişlerdir. Böylece İstanbul Boğazını inci gibi süsleyen Rumeli Hisarı ve Topkapı Sarayı inşaatlarıyla sürat ve zarafeti bir araya getirmeyi başarmışlardır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde mimarî ve sanat dâhisi Mimar Sinan’ın yetişmesiyle her biri birer şaheser olan yüzlerce cami, mescid, köprü, han, su kemeri inşa etmişlerdir. Süleymaniye ve Selimiye Camileri ise klâsik dönem Osmanlı mimarisinin zirve eserleri olarak haklı bir ün kazanmışlardır. XVII. Yüzyıl başlarında yaptırılan III. Ahmed Camii ise Osmanlı mimari ve sanatının ulaştığı seviyenin muhteşem bir ifadesidir.
Yaptırdıkları sanat eserlerinin sık sık sayımını yaptırıp, ayakta kalabilmesi için vakıflara dönüştüren Osmanlılar, İmparatorluğun dört bir yanını orijinal dinî, askerî ve sivil mimari eserleriyle donatmışlardır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan Bursa, Edirne ve İstanbul şehirleri pek çok nitelikli mimari eserlere sahip olmuşlardır. Osmanlı kültür ve medeniyetinin önemli bir hususiyeti de sanat ve mimari yapıtlarının başkent İstanbul ile sınırlı kalmamış olmasıdır. Manisa, Amasya, Trabzon, Kütahya gibi Osmanlı şehzadelerine sancak olarak verilen şehirler, hassa mimarlarının yeteneklerinin taşraya taşınmasına vesile olmuşlardır. Ayrıca İstanbul dışında yaptırılan bu eserler sayesinde başkent ile toplum arasında manevî yakınlaşma sağlanmıştır.
Mimari eserlerde ulaşılan zirve, hat, tezhip, minyatür, katı’, ebru, cilt, çini gibi Osmanlı geleneksel sanatlarına da yansımıştır. Osmanlı Padişahlarının her birinin farklı bir sanat alanında ihtisaslaşması ve saray nakkaşhanesinde sanatçılara uygun bir çalışma ortamı hazırlamaları, geleneksel Osmanlı sanatlarının çok büyük gelişme sağlamasına yol açmıştır. Osmanlı sanatçıları gördükleri destek, teşvik ve himaye sayesinde Rûmî, Hatâyî, Baba Nakkaş ve Sâz üslubu gibi orijinal üslûplar geliştirmişlerdir. Diğer taraftan Osmanlı geleneksel sanatlarının üslûp zenginliği ve Baba Nakkaş, Matrakçı Nasuh, Levnî gibi üstadların çalışmaları geleneksel sanatların geniş coğrafî bölgelere yayılmasını da sağlamış; âdeta “Osmanlılığın” bir göstergesi olmuştur. Ayrıca mimariden farklı olarak taşınabilir mahiyette olmaları, geleneksel sanatlarımızı Osmanlı hâkimiyet sahasının çok dışına taşımıştır. Özellikle Osmanlı çiniciliğinde kullanılan motifler ve ürün kalitesi Avrupa’da hayranlık uyandırmış, uzun süre taklit edilmesine sebep olmuştur.
Bu cildin ikinci kısmında yenileşme dönemi siyasî olayları, III. Ahmet döneminden itibaren incelenmektedir. Bu dönemde, İmparatorluk siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımlardan köklü bir değişim içerisinde olmuştur. Bu dönemin siyasî olaylarını diplomasi belirlemiştir. Karlofça antlaşmasından sonra Avrupalılar için bir tehlike olmaktan çıkan Osmanlı İmparatorluğu, özellikle İngiltere, Hollanda ve İsveç gibi Kuzey Batı Protestan Avrupa devletleriyle iyi geçinmek ihtiyacını hissetmiştir. Haçlı zihniyetinin zayıflaması ve yeni ortaya çıkan “Büyük Güçler” arasındaki rekabet, XVIII. yüzyıl boyunca Osmanlıları güçler dengesini değerlendirmeye ve bu yönde politikalar geliştirmeye sevk etmiştir. Bu bakımdan Avrupa ülkelerindeki gelişmeleri izlemek çok büyük önem kazanmış, bu amaçla yüzyılın sonunda Londra’dan başlamak üzere Osmanlılar daimî elçilikler tesis etmişlerdir. Öte yandan Avrupa ülkeleri de kendi aralarındaki rekabette Osmanlılar ile işbirliği zarureti duymuşlardır. Mesela İngiltere ve Hollanda gibi denizcilikten sömürgeciliğe geçen devletler Fransa’ya karşı Osmanlıları kullanmışlardır. Osmanlılar da, Katolik Alman, İtalyan, Polonya ve Ortodoks Rusya ile olan mücadelesinde Fransa ile birlikte, başka batılı güçlerle işbirliği yapmanın gerekliliği ile hareket etmişlerdir. Bu politikalar etkisini Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşlarında göstermiş, her iki cephede yapılan savaşlar uluslararası sorun haline dönüşmüştür.
Bu dönemin bir özelliği de reform dönemi olmasıdır. XVIII. Yüzyılın başlarından itibaren yavaş yavaş Avrupa’nın üstünlüğünü kabul eden Osmanlılar, İmparatorluğu içine düştüğü bunalımdan çıkarmanın ancak batı tarzında köklü ıslahatlar yapılması ile mümkün olacağını düşünmüşlerdir. Bu amaçla, tâbiri caizse Avrupa’yı keşfe çıkmışlardır. Avrupa’ya gönderilen elçilerin raporları doğrultusunda geliştirilen reform reçeteleri İmparatorluğun iç dinamiklerine uygun olmadığı için çok sancılı olmuştur. Bu dönemin iki reformcu padişahı III. Ahmed Patrona Halil isyanı ile III. Selim de Kabakçı Mustafa isyanı ile tahtını kaybetmiştir. XIX. yüzyıl başlarında tahta geçen Sultan II. Mahmud, eski ile yeninin bir arada bulunduğu sürece reformların başarı şansı olmadığını düşünerek, Osmanlı ıslahat düşüncesinde köklü bir değişim yapmıştır. 1826 yılında reformların önünde engel bir muhafazakâr güç olarak görünen Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla, yeni bir ivme kazanan Osmanlı reformları, Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile yeni bir döneme girmiştir. Tanzimat adı verilen bu dönemin uygulayıcıları Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz olmuştur. Islahat Fermanının ilânı Tanzimat dönemini daha fazla dış müdahaleye açık hale getirmiş, fakat bu dönemde İmparatorluk dış ilişkilerinde sakin bir devre yaşamıştır. Gerek Abdülmecid gerekse de Abdülaziz ordu, bürokrasi ve diğer devlet organlarının yeniden yapılandırılmasına özellikle ağırlık verilmiştir. Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu Mısır, Lübnan, Eflak-Boğdan, Hersek, Karadağ, Girit ve Sırbistan’da tehlikeli iç isyanlarla karşı karşıya kalmıştır. Ancak dönemin en kayda değer siyasî gelişmelerinden birisi Osmanlıların Avrupa’ya politik entegrasyonun bir göstergesi olan Kırım Savaşı’dır. Bu savaş, XIX. yüzyılın Osmanlılar için çok zor bir yüzyıl olacağını göstermiştir. Bu bölümdeki yazılar, bu zor yılların bir değerlendirmesini yapmaktadır.
|