Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılı sadece devlet yapısında değil, toplumun her alanında büyük değişikliklere ve gelişmelere şahit olmuştur. Batı dünyasının gittikçe daha çok şiddetlenen tazyiki altında bunalan toplum, önce askerî kurumlarında başlattığı ıslahat hareketlerine, daha sonra idarî sahada da devam etmiş; bu şekilde başlayan değişmeler zaman geçtikçe genişlik ve çeşitlilik kazanarak eğitim, bilim, dil ve edebiyat, müzik, mimari, resim vb. sahalarda da kendini göstermiş; ayrıca diğer taraftan fotoğrafçılık ve sinema gibi çok yeni kültür unsurları da memleketimize girmiştir.
Batı karşısında varlığını muhafaza etmenin en gerekli vasıtası olarak görülen eğitim sahasında bir taraftan medrese gibi klâsik kurumlar muhafaza edilirken, diğer taraftan da önce askerî ve daha sonra sivil mektepler açılmaya başlanmış; mahalle mekteplerinden itibaren ıslahat daha üst seviyedeki rüşdiye ve idadîlerde ve tabiatıyla yüksek eğitimde de devam etmiş; aynı zamanda meslekî ve teknik eğitim bakımından da küçümsenemeyecek adımlar atılmıştır.
Bu asırda ıslahat niyetlerinin ve gayretlerinin bir ifadesi olarak çok hızlı bir şekilde kendiliğinden artan mülkî ve askerî yazışmalar ve yine önce Takvim-i Vekâyi, daha sonra Cerîde-i Havâdis, Tercümân-ı Ahval ve bunları takip eden diğer gazeteler ve mecmualarla, yanısıra kitap basımının da artması beraberinde alfabe ve dil tartışmalarını getirmiştir. Bu meyanda, okuma ve yazmanın daha kolay bir hale gelebilmesi ve yaygınlaşabilmesi için çok erken denecek bir zamanda, 1868’den itibaren alfabe değişikliklerinin tartışılması çok dikkate değer bir keyfiyettir. Gerek gazetelerin ve gerekse diğer basılı evrakın ve okuyucuların artması sayesinde teşekkül eden ve ifade imkânları günden güne çok büyük ölçüde zenginleşen bu yeni Türkçeye, aynı zamanda ilk gazete muharrirlerinden olan Sadrazam Said Paşa tarafından “gazeteci lisanı” adı verilmesi bu bakımdan çok mânidardır. Burada yeri gelmişken bu zenginleşen ve Redhouse’un 1890’daki tespitiyle doksan üçbin kelimelik küçümsenemeyecek genişlikte bir ifade imkânına kavuşan Türkçenin, en güzel semerelerini II. Meşrutiyet’in ilânını takip eden (24 Temmuz 1908) takip eden yarım asırlık bir zaman diliminde verdiğine dikkat etmek gerekir.
Edebiyat sahasındaki gelişmeler sadece lisanla sınırlı kalmamış; Batı dünyası ile münasebet ve seyahat imkânları ve ecnebî lisanı çoğaldıkça roman, tiyatro ve hikaye gibi yeni edebî türlerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması edebiyat anlayışında ve gittikçe çoğalan bir hızla zihniyet dünyasında da büyük değişmelere yol açmıştır. Tanzimat’ın ilânından (3 Kasım 1839) itibaren yeni şekiller deneyen edebiyat aynı zamanda yeni fikirler ve edebî zevkler arayışı içinde olmuş; bir bakıma edebiyat tarihçisi Agâh Sırrı Levend’in değişiyle bu sahada bir “arayışlar devri” başlamıştır. Aynı zamanda belli anlayıştaki edebiyatçıların meydana getirdiği edebî mektepler ortaya çıkmış, edebî meselelerin canlı ve hararetli bir şekilde tartışılması yeni zenginlikler getirmiş ve nihayet Batı’dan ferdî teşebbüslerle başlayan tercüme faaliyeti asrın ikinci yarısında kurumlaşmıştır.
Osmanlı toplumunda görülen yenilikler sadece edebiyat dünyasına münhasır kalmamış; aynı zamanda kültür ve sanat hayatında, mimaride, resimde, müzikte ve tiyatro sahasında da yeni şekillerin denenmesine ve her geçen gün yaygınlaşmasına sahne olmuştur. Nihayet sanat unsurlarından Osmanlılar tarafından en son ithal edilenlerin önce fotoğraf ve daha sonra sinema olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bunun yanında askerî sahada yapılan yenilikler, hiç şüphesiz, kıyafet değişikliklerine de vesile olmuştur. Diğer taraftan bu devirde Batı tarzı resmin Anadolu’daki mescitlere kadar girdiğine işaret etmek bu yeni kültür unsurlarının ne derece yaygınlaştığını da göstermektedir.
XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’yu vatan edinen ve 1353’te Rumeli topraklarına geçen Türklerin bu topraklardaki var olma ve yaşama mücadelesinde XX. yüzyılın ilk çeyreğinin çok mühim bir yeri vardır. 1683 Viyana bozgunundan itibaren Batı karşısında devamlı bir şekilde toprak kaybeden Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılda eski Osmanlı memâlikinin ayrı ayrı devletler halinde kendisinden kopmasını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu cümleden olarak önce Yunanistan (1829), daha sonra Sırbistan, Romanya ve Karadağ (1878) ayrılmıştır. Yüzyılın son çeyreğinde büyük ümitlerle ilan edilen I. Meşrutiyet (1876) uzun ömürlü olmamış, ancak buna rağmen Meclis-i Mebûsan, tatil edildikten (1878) itibaren sivil ve asker aydınların nazarında sihirli bir kurtuluş reçetesi olmaya devam etmiştir.
II. Meşrutiyet’in ilânı (1908), bu bakımdan ümitlerin büyük bir sel gibi bütün aydınları alıp götürdüğü bir hareket olmuştur. Ancak bu ümitler çok kısa bir zaman içinde hayal kırıklıklarına dönüşmüştür. 1908 sonbaharında Bulgaristan istiklâlini ilân etmiş, bir başka toprak parçası Bosna Hersek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edilmiştir. Yapılan seçimler neticesinde 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan kısır bir siyaset çekişmesinin mekânını teşkil etmiş, ancak çok hızlı bir şekilde siyasî hayata ve toplum düzenine yapılan müdahale sekiz ay sonra 31 Mart Vakası denilen bir askerî muhalefet hareketiyle karşılaşmıştır. Bu hareket siyasî hayatta İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni rakipsiz hâle getirmiş, Mondros Mütarekesi’ne kadar (30 Ekim 1918) memleketin kaderine bu parti hâkim olmuştur. İttihad ve Terakki’nin giriştiği ıslahat hareketleri ve bir şeyler başaracağı yolunda Batı devletlerinde uyandırdığı kanaatler, Osmanlı Devleti’nin kaderi üzerindeki sömürgeci niyetleri hızlandırmıştır. Bu cümleden olarak önce İtalya Trablusgarb’a saldırmış, devlet bu gâileden kurtulamamışken Balkan devletlerinin başlattığı Balkan Harpleri’nde (1911-12, 1912-13) bütün Rumeli elden gitmiştir. Balkan Harbi’nden sonra orduda başlatılan ıslahat hareketlerinde bir başarı elde etme fırsatı bulunamadan Osmanlı Devleti kendi sonunu getiren Birinci Dünya Harbi’ne harp başladıktan sonra ittifak imzaladığı (4 Ağustos 1914) Almanya safında bir emrivâkî neticesinde girmiştir.
Harpte memleket savunmasından çok uzak cephelere de asker göndermek zorunda kalan Osmanlı Devleti, müttefikleriyle beraber yenik düşmüş ve bir bakıma 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle bunu kabul etmiştir. 1915 senesi içinde yapılan paylaşma neticesinde anlaşmaların taraftarları İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan tarafından toprakları işgale uğramıştır. Bu arada Doğu Anadolu bölgesinde de bir Ermenistan kurulması, yine bu işgalin bir tezahürü olarak gündeme getirilmiştir.
İlk zamanlarda Müttefikler ile anlaşarak bir barış elde edeceğine inanan sivil ve asker aydınlar, dört senelik Birinci Dünya Harbi’nden sonra yeniden eldeki son imkânları ve ümitlerini kullanarak vatan topraklarında yeni bir mücadelenin temellerini atmışlardır. Bu ilk mücadelenin ismi “Kuvâ-yı Milliye”dir. Bilhassa Yunan işgalleri karşısında Batı Anadolu’da, Ermeni niyetlerine karşı doğu Anadolu’da ve Pontus hayallerine karşı ise Doğu Karadeniz’de ve başta İstanbul olmak üzere bütün şehirlerde ve kasabalarda mitingler tertip edilmiş ve çeşitli isimlerle cemiyetler kurulmuştur. Bu safhada açık cemiyetlerin yanı sıra bilhassa İstanbul’da faaliyette bulunan birçok gizli teşekküllerin her hangi bir ümitsizliğe kapılmaksızın ve hiç zaman kaybetmeksizin büyük bir iman ve azimle mücadeleye başlamış olmaları gerçekten de dikkate değer bir keyfiyettir.
Mondros Mütarekesi hükümlerine dayanarak Yunanlıların Batı Anadolu’ya, Fransızların Çukurova’ya ve Gaziantep dolaylarına, Müttefikler’in devletin kalpgâhı İstanbul’a asker çıkarmaları kurtuluş uğrundaki çalışmaların hızlanmasına yol açmış; hemen her tarafta mahallî seviyede gerçekleşen bu çalışmaların büyük ve birleşik bir güç haline getirilebilmesi için bu işi başarabilecek bir önderin mücadele meydanına atılması gerekmiştir. Bu küçük mücadelelerin bir büyük mücadelenin hikmet-i vücudu haline getirilebilmesi ise Mustafa Kemal ATATÜRK’ün başlı başına bir destan sayılan çalışmalarıyla mümkün olmuştur.
|