Türklerin Anadolu’daki dokuz asırlık tarihleri içinde en tehlikeli ve hassas zaman dilimi arandığında, Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ile Lozan Anlaşması (24 Temmuz 1923) arasındaki beş sene herhâlde ilk bakışta göze çarpacaktır. Bu beş sene, bir bakıma, Türklerin bu topraklardaki en uzun ve en ıstıraplı beş senesidir ve doğrusunu söylemek gerekirse Türk tarihçilerinin bu devre olan borçlarını ödeyebildiklerini söylemek zordur.
Türkiye’nin, sömürgeci devletler tarafından, sahipsiz bir miras gibi paylaşılmaya başlanması üzerine, Mondros Mütarekesi’nin bir sulh devresinin habercisi olmadığını gören Türk milletinin uyanması ve ayaklanması çok sürmemiş ve hemen payitaht İstanbul’dan en ücra köylere kadar her yerde çalışmalara başlayan bir önder kadro ortaya çıkmıştı. Aydınlar, eşraf, ulemâ ve askerlerle toplumun her kesiminden insanın başlattığı bu mahallî, kısmî, küçük ve birbirinden münferit çalışmaları büyük ve yekpâre mücadele kuvveti haline getirebilmek ise bu işin en zor, en hassas ve can alıcı noktasını teşkil ediyordu. Başka bir şekilde bu varlık-yokluk kavgasının başarılabileceğinin düşünülmesi bir hayâlden ibaret kalıyordu. Bu küçük gayretlerin birleştirilmesi yolundaki adımların atılması gerektiğine hemen herkes inanıyordu. Bu sıralarda her geçen gün bir dağ gibi yükselen başka bir inanç ise, Türklerin bu topraklardaki istikbâli demek olan bu zor vazifeyi başarabilecek tek kişinin Mustafa Kemal idi.
Millî Mücadele yolunda Mustafa Kemâl’in Samsun’a çıkışından (19 Mayıs 1919) önce başlayan mahallî mücadele çalışmaları, milletin varolma azminin derinliğini ve genişliğini göstermesi bakımından çok mühimdir ve büyük ölçüde de aydınlatılmıştır. Ancak, hâlâ araştırılmaya muhtaç tarafları olduğu da açıktır. Bu mahallî direnişlerin büyük bir mücadele gücü hâline getirilmesi ve mahallîlikten kurtarılıp millîliğe yükseltilmesi işi Mustafa Kemâl tarafından başarılmıştır. Bu bakımdan önceki hazırlık safhasını başlatan Türk Milleti, O’nun şahsında önderini bulduğu zaman bu safha kapanmış, İstiklâl Mücadelesi başlamış ve bedenle irade birliği ve bütünlüğü bu varlık-yokluk mücadelesini zorlu senelerden sonra kazanmıştır.
Erzurum (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) ve Sivas (8-12 Eylül 1919) kongrelerini takiben Anadolu’nun bağrında, Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi milletin azminin ve Mustafa Kemal’in iradesinin birleşmesine mekân teşkil etmiştir.
Meclis, işgal altındaki vatanda, adetâ yok derecesine düşen devlet otoritesini ve her tarafta bozulan asayişi yeniden temin etme yolundaki ilk başarılarından sonra, Anadolu’nun içinde bulunduğu çok zor iktisadî ve sosyal şartlarda küçük ve düzensiz kuvvetleri bir Millî Ordu hâline getirebilmiştir.
Cephelerde elde edilen zafer, açıkça ve samimiyetle ifade etmek gerekirse diplomasi cephesinde de, kendine yaraşır başka bir zaferle taçlandırılmış ve son zamanlarda tam bir hâkimiyet kuramadıkları bir imparatorluğu kaybeden Türkler, tam ve gerçek sahibi oldukları bir vatan elde etmişler ve dokuz asırdan beri yaşadıkları vatanın kâlpgâhında yapmak zorunda kaldıkları varolma savaşını kazanmışlardır. Şark Cephesinde Ermenilere karşı yapılan harekâttan sonra bütün güç Garp Cephesi üzerinde toplanmış ve millet donatmak istediği ordusu için elinde kalan son varlığını feda etmiştir. Bu ordu, Türk’ün bu topraklarda yaşama ümidinin ve fırsatının son talihi ve son rümuzu olmuştur. Bu mevzuda talihin ters dönmesi ihtimâli bile müthiş ve korkunç bir şey olurdu.
İstiklâl Harbi esnasında harp ve siyaset meydanına giren millet iradesi veya millî irade daha sonra Cumhuriyet şeklinde tecelli etmiş, aynı zamanda yeni ve daha güçlü ve millî hâkimiyete dayalı devlet yapısının da temelleri atılmıştır. Bu meyanda bütün mücadele boyunca Mustafa Kemâl’in Misâk-ı Millî sınırları içinde bütün milletin birliğinden bahsetmesi ve sık sık millete atıfta bulunması daha sonra hâkimiyetin aslî sahiplerine teslim edileceğinin de deliliydi.
Her yönüyle geniş bir şekilde tanıtmaya çalıştığımız Atatürk’ün önderliğinde, devleti ve milleti, bir daha benzeri kötü günler yaşamayacak şekilde güçlendirmek için atılan kat’î, kararlı ve köklü inkılâp adımları daha sonra İnönü zamanında da devam etmiştir. Bu icraat III. Selim devrinde (1789-1807) başlatılan ve gittikçe hızlanan Batılılaşma çalışmalarının genişleyen ve çeşitlenen bir devamından başka bir şey değildi.
Harplerden geçerek sulh günlerine ulaşan Türkiye, dünkü hasımlarına karşı herhangi bir siyasî kan dâvâsı içinde olmamış, kendi ülkesini imar yolunda bütün vaktini ve kaynaklarını tahsis etmiştir. I. Dünya Harbi’nden sonra mağlup devletler Almanya, İtalya, Bulgaristan ve Japonya mutsuz ve müştekî devletleri teşkil ederken, Türkiye kurulan yeni durumdan herhangi bir şikâyette bulunmamış ve dış siyasetinde İngiltere ve Fransa gibi devletlerin yanında yer almıştır. Bu arada birincisinden (1914-1918) yirmibir sene sonra daha trajik bir şekilde tekrarlanan II. Dünya Harbine girmeme basiret ve maharetini göstermiştir. Bu harp esnasında Balkan Harbi’nden itibaren birçok felâketi yaşayan, kan ve ateş çemberinden geçerek olgunlaşan ve yeni maceralara atılma hevesini tamamen kaybeden devlet adamlarının çok ustalıkla ve sabırla çalışmaları Türkiye’yi bu büyük bâdireden kurtarmıştır.
Cumhuriyet Tarihinde Atatürk döneminden sonra üzerinde durulması gereken ikinci safha, hiç şüphesiz Menderes dönemi olarak isimlendirilen 1950-1960 yıllarıdır. Bu dönemin tarihinin hâlâ asgarî bir ölçüde bile yazılmamış olduğunu söylemek aşırı bir hüküm sayılmamalıdır.
Bu dönemin Türkiye’yi sadece siyasî bir birlik olmakla bırakmayıp yapılan çok geniş ölçüdeki icraatla iktisadî ve sosyal bir bütünlüğe kavuşturduğuna işaret etmek gerekir. Bu dönemde yapılan geniş bir yol ağıyla köyler ilçelere, ilçeler şehirlere ve şehirler birbirine bağlanarak Türkiye sadece iktisadî faaliyetlerle değil, sosyal bakımdan da geniş bir hareketlilik kazanmış, bu ise iktisadî kalkınmanın itici gücünü teşkil etmiştir. Tabiatıyla bu gelişmeler beraberinde nüfus hareketlerini ve içtimaî bütünlüğün de bir yoğrulma devresini başlatmıştır. Bu bakımdan hiç şüphesiz köklü bir toplum değişiminden bahsetmeyi hak eden ilk dönem olarak işaret edilebilecek bir zaman dilimi bahis mevzuudur. Dönemin hakkı henüz teslim edilmemiş olsa da bu, sâde bir gerçek olarak ortadadır ve herhalde yakın tarihteki araştırmalar neticesinde daha kesin bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Bu dönem dış politika bakımından da hareketli ve başarılı olmuştur. II. Dünya Harbi’nin sona ermesinden sonraki yıllarda Türkiye, harpte çok yıpranan Avrupa’da tek büyük güç hâlinde sivrilen Sovyet Rusya’nın baskıları altında adetâ bunalmış; her an bir tecavüz tehdidi yüzünden askerî bir teyakkuz hâlinde olmuş ve bir harp ekonomisi yaşamak zorunda kalmıştı. Bu sıralarda Sovyet Rusya’nın nüfuz sahası içinde Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya ile Doğu Almanya’nın bulunduğu dikkate alınırsa, durumun vahameti daha açık bir şekilde anlaşılabilir. Bu kâbus karşısında Türkiye en uygun diplomasi çaresi olarak ABD ve daha sonra kurulduğu andan itibaren de NATO’nun desteğini temin etmeyi görmüştü. Bu dış politika çizgisi mecburi bir istikametten başka bir şey değildi ve diğer bir tercih imkânı da bulunmuyordu. Türkiye bu desteğe ancak 19 Şubat 1952’de NATO’ya kabul edildikten sonra kavuşmuştur. Stalin’in ölümünü müteakip Sovyetler Türkiye üzerindeki toprak taleplerinden vazgeçtiklerini resmen ilân etmişti. Bununla beraber Türkiye’nin duyduğu endişeler hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmamış ve Batıdaki komşuları ile Balkan Paktı’nı (9 Ağustos 1954), doğudaki komşuları ileise Sâdabat Paktı’nı (24 Şubat 1955) imzalamıştı. Bu dönemde Türkiye’nin en büyük diplomasi başarısı ise Lozan Antlaşmasıyla ilişiği kesilen Kıbrıs’ta yeniden söz sahibi olması ve tarihinde ilk defa müstakil bir devlet hâlinde ortaya çıkan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, İngiltere ve Yunanistan’la beraber, üç teminatçısından biri olmasıdır. Demokrat Parti, en geniş ifadesiyle siyasî bakımdan sivilleşmenin ve halka yayılmanın bürokrat ve askerlerde yarattığı bir tepkinin sonucu olan askeri hareketle siyasî hayattan silinmiştir (27 Mayıs 1960).
|