27 Mayıs Hareketi’nden sonraki beş yıl boyunca yeni Anayasa ve koalisyon hükümetleri gibi iç siyaset sorunları gündeme oturmuş, 1965 seçimlerinden sonra kurulan Demirel hükûmeti (17 Ekim 1965) ile siyasî hayatta yeni bir dönem başlamıştır. Bu devrede öğrenci hareketleri, özellikle Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerin sokaklarına hâkim olmuştur. Sadece şehirlerde değil, yurdun hemen her yerinde bir bedbinlik ortamı baş göstermiş, vatandaşlar kuvvetli bir otorite ve güçlü bir hükûmetin tek çıkar yol olduğu kanaatini her fırsatta ifade etmişlerdir. Bu arada sol ve buna tepki olarak sağ yayınların miktarı normalin üstünde artış göstermiş ve bilhassa tercümeye dayanan sol fikir cereyanları hareketlilik kazanmıştır. Keza daha düşük derecede İslâmcı kitapların da tercümesinde bir artış görülmüştür.
Dış politikada Türk cemaatinin hukukî haklarının bir türlü verilmediği Kıbrıs, 1963 sonbaharından itibaren hep gündemin birinci maddesini işgâl etmiştir. 1936, 1964 ve 1967 buhranlarından sonra nihayet 20 Temmuz 1974 harekâtı ile Kıbrıs meselesi geçici bir çözüme kavuşturulmuştur. Burada işaret edilmesi gereken önemli bir husus da, Kıbrıs meselesinde bütün Türk Hükûmetlerinin hiçbir tâviz vermeme konusunda gösterdikleri kararlılıktır. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan kapısının kilidi durumunda bulunan Kıbrıs adası hususunda farklı bir tercih imkânı da bahis mevzuu olamazdı. Meselenin bir iç siyaset malzemesi olarak istismarı cihetine gidilmemesi ise, Türk siyaseti adına bir kazançtır.
1960’tan itibaren Dünya’da bloklar arasındaki yumuşama Türk dış politikasına da tesir etmiş ve özellikle Johnson’un mektubundan (5 Haziran 1964) sonra Türkiye’nin hızla ABD merkezli dış politikasından uzaklaşmaya çalışması ve özellikle siyasî bağlantı kuramadığı Sovyet Rusya ile iktisadî anlaşmalar yaparak yakınlaşması dikkat çekicidir. Ancak sol hareketlerin Sovyet merkezli olması, bu yakınlaşmanın en büyük handikabını teşkil etmiştir. 12 Mart Muhtırası’ndan sonra alınan zorlayıcı tedbirlere rağmen asâyişin sağlanamadığı ve siyasî huzursuzlukların günden güne artığı; bunun yanında temel ihtiyaç maddelerinin piyasadan çekildiği ve karaborsacılığın yaygınlaştığı görülmektedir. Bu dönemde ihracat gelirlerinin petrol ithalâtını bile karşılayamadığını söylemek tablonun ne derece karanlık olduğunu göstermeye yeterlidir.
1965’te başlayan AP iktidarı 12 Mart 1971 hareketi ile kesilmiş, Türk siyasî hayatında yeniden parlamento dışı yönetim ve koalisyon hükûmetleri dönemi başlamıştır. Siyasî huzursuzluk ve hattâ kargaşa, 12 Eylül 1980’deki askerî müdahaleye kadar devam etmiştir.
18 Şubat 1952’de NATO’ya girerek askerî bakımdan bir teminata ve güven duygusuna kavuşan Türkiye, 1959’da imzaladığı ortaklık anlaşmasından (Ankara Andlaşması) bu yana, Avrupa Birliği’ne tam üyelik statüsü ile katılma yönünde bir dış politika kararlılığı göstermiştir. Ülkemizin iktisadî bakımdan zengin bir takımın ortağı olma mücadelesi hâlen devam etmektedir. Bu, bir bakıma Tanzimat’tan sonraki devlet adamlarının Düvel-i Muazzama’ya katılarak devleti kurtarma reçetelerine benzemektedir.
Cumhuriyet devrinde bütün kurumların yeni baştan tanzimi yapılırken, ilk hatıra gelen, bu ıslahatı yapacak olan idarî teşkilâtın ıslahı olmuş; diğer taraftan çok düşük derecede ifa edilebilen eğitim ve sağlık alanlarında kıt imkânlarla kıymetli hizmetler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde sosyal güvenlik haklarının hukuken ve iktisaden güçlendirilmesine gayret edilmiştir. Tarımda kooperatifler yoluyla üretimin teşvikine çalışılmış, şehirlere yığılmaya başlayan nüfusun ortaya çıkardığı gecekondulaşma gibi sorunlar için çareler araştırılmıştır. Ekonomik büyümenin hızlandırılması yolunda da önemli adımlar atılmıştır.
Cumhuriyet dönemi fikir hayatı, ilk yıllardan itibaren meydana gelen büyük dönüşümün, batılılaşmanın ve modernleşmenin tahlili ekseninde gelişmiştir. Atatürk ilke ve inkılâplarının damgasını vurduğu ilk dönemden sonra, neoliberal dönem diye de adlandırılan DP’li yıllardaki demokrasiye geçiş ve kalkınma sırasındaki batlılaşma ve popülizm tartışmaları 1960’lı yıllarda yerini yoğun ideolojik tartışmaların radikalizmine terk etmiştir. Yüzyılın sonlarında ise tartışma alanı bir defa daha değişerek küreselleşme, ulus-devlet, postmodernizm ve nihayet milenyumun eğilimleri, dünya ile birlikte Türkiye’nin de düşünce gündeminin ana maddelerini oluşturmuştur. Diğer taraftan, hâlâ özümsenemeyen Cumhuriyet ve Demokrasinin çeşitli açılardan öncelikleri de, bir bakıma ilk yıllardaki dönüşümün uzantıları şeklinde devam etmektedir. Cumhuriyet döneminde düşünce bölümüne, merhum üstâdların önemli düşünce yazıları alınarak bu konuda tefekkür zenginliği sağlanmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyet döneminde sanat ve ilim hayatı küçümsenemeyecek bir seviyede gelişmiştir. Hemen ifade edilmesi gereken dikkate değer bir husus ise, bu dönemde yapılanların tespitine dair araştırmaların henüz başlangıç safhasında olduğudur. Dünyada ilim tarihinde yapılmış ilk doktoranın sahibinin bir Türk, Aydın Sayılı olmasına rağmen, bu neviden araştırmalar henüz yeterli seviyede değildir. Hâlbuki Cumhuriyet döneminde, özellikle 1950’den itibaren hareketlilik kazanan, 1961’den sonra ise buna ilaveten çeşitlenen ve hareketlenen bir düşünce ikliminin yanı sıra, küçümsenmeyecek başarıların birçok sahada görüldüğü bir ilim hayatı da söz konusudur.
1960 sonrası Cumhuriyet tarihinin incelenmesinde yöntem bakımından önemli güçlüklerle karşılaşılmıştır. Bu dönemdeki olayların çok sıcak ve yeni oluşu, kahramanlarının büyük bir kısmının siyasî faaliyetlerine devam etmeleri, objektif ve derinlemesine tahlillerin yapılmasına engel teşkil etmiştir. Buna karşılık, bu eser ile ilk olarak günümüze kadar gelen yakın tarihimize tarafsız bir yaklaşımda bulunulmaya çalışılmıştır.
|